İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır mülteci krizinin yaşandığı dünyada, yaklaşık 60 milyon kadın, erkek ve çocuk çatışmalar, şiddet ve zulüm nedeniyle yerinden edilmiş durumda. Bu nüfusun yaklaşık 20 milyonu menşe ülkelerinin dışında yaşayan mültecilerden oluşuyor ve mültecilerin de yüzde 86’sı gelişmekte olan ülkelerde yaşıyorlar.
Dünyanın en zengin siyasi bloğu olan Avrupa Birliği ise uzun yıllardır yaşanan bu en vahim yerinden edilme krizi karşısında sığınmacı ve mültecilerin Avrupa’ya erişimini etkili bir biçimde engellemeye çalışıyor. Avrupa Birliği, “Kale Avrupası” olarak adlandırılan politikalar çerçevesinde kara sınırlarına tel örgüler çekiyor, giderek artan sayıda sınır muhafızını konuşlandırıyor, komşusu olan ülkelerle göçmen ve mültecileri dışarıda tutmak için anlaşmalar imzalıyor. 2015 yılında AB üye ülkelerinde yeniden yerleştirilen mülteci sayısı yalnızca 8 bin 155 kişiydi.
Uluslararası toplumun mültecileri kabul etme sorumluluğunu paylaşmadaki başarısızlığından ötürü, çok az sayıda ülke büyük bir göçmen ve mülteci nüfusu ile baş etme durumunda kalıyor.
Dünyadaki sığınmacı ve mülteci nüfusunun üç milyondan fazlasının yaşadığı Türkiye de bu ülkelerden biri. Bu üç milyonluk nüfusun büyük bir bölümü, Suriye’den gelen mültecilerden oluşuyor. Türkiye'de çoğunluğunu Iraklı ve hala gelmekte olan Afgan mültecilerin oluşturduğu ve aralarında kayda değer sayıda İranlı, Somalili, Filistinli mültecinin de bulunduğu toplam 400 bin daha Suriyeli olmayan sığınmacı ve mülteciyi de barındırıyor. Türkiye, mültecilere karşı genel olarak olumlu bir tavır sergilese de, sayıların bu denli yüksek olması, ülkenin henüz yeni oluşan sığınma sistemi ile mültecilerin ihtiyaçlarına cevap verebilme kapasitesi üzerinde kaçınılmaz olarak ciddi bir baskı oluşturmuş durumda. Türkiye'nin öncelikle baş etmesi gereken en önemli sorunlardan birisi haline geldi mülteci sorunu. İktidar ülkenin Eğitim, Sağlık politikasında yaptığı yanlışları mülteciler konusunda da yapıyor.
AKP iktidarının dış politikası çökmüş durumda. Suriye sorununu çözemediği gibi, ülkenin başına şimdi de Afgan mülteci sorununu yarattı. Mültecilerle ilgili daha önceden hazırlanmış eğitim, barınma gibi entegrasyon plan, proje ve bir programı yok. Bu yaşananlar ülke halkına sosyo-ekonomik, diplomasi ve diğer konuların tek adam yönetim sistemiyle çözülemeyeceğini, sorunların çözümünde iktidarıyla, muhalefetiyle ortak aklın yer aldığı güçlü bir demokrasi, güçlü bir parlamenter sistemle çözülebileceğini bir kez daha göstermiş oldu.
Afganistan'dan gelenler ABD kendisi ile işbirliği yapmış Afganlıların bir kısmını Amerika'ya götürürken, diğerlerini de Türkiye'ye getirmeye çalışıyor. Bu konuda İçişleri Bakan Yardımcısının açıklaması dikkat çekici. "Sınırda yakalananların sayısı 1 milyon 250 bin" diyor. Buna benzer bir örneği 1989 yılında kısa dönem askerlik sürecinde Edirne/Kapıkule sınır karakolu'nda görev yaptığım dönemde bizzat yaşadım. O günlerde Bulgaristan göçmenleri Türkiye'nin sınır kapısı Kapıkule'ye yığılmıştı. O günlerde resmi rakamların 2 katından fazla Bulgaristan vatandaşının Türkiye'ye girdiği sonradan ortaya çıktı.
Yani bugün "1 milyon 250 bin Afganlı yakalandı" diyorsa Bakan Yardımcısı bunun iki katının Türkiye'ye çoktan girdiğini düşünmek lazım. Türk pasaportu olan, vizeyle sınırı geçenler hariç milyonlarca Afganlı Türkiye'de diyebiliriz. Tabii ki çok büyük rakamlar bunlar.
Bu arada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ne yapıyor? İçişleri Bakanlığı'na soyunmuş, Antalya'da yangın söndürme işlerine bakıyor. Böyle bir anlayışla Dışişleri yönetilir mi?
Sınırlar açık ve Türkiye yol geçen hanı olmuş. Bu konu önümüzdeki aylarda büyük bir sorun olacağını şimdiden hissettiriyor. Mülteci sorunu ülkenin sosyo-ekonomik, demografik ve siyasi dengelerini sarsacak boyutta. Son 10 yıldır artarak devam eden bu soruna bir an evvel, acilen çözüm bulunması gerekir.
Hala devam eden pandemi ve ekonomik krizin derinleştiği bu dönemde, geçerli göç politikalarının yerel ve yeni gelen toplumlar arasındaki sorunlara çözüm üretememesi ve kırılganlıkları artırıcı negatif etkiler yaratıyor. Toplumsal ve kültürel farklılıklar daha şimdiden huzursuzluk ve çatışmaları tetikleyeceğinin sinyalini veriyor. Böyle hassas konuların iç siyasete malzeme edilmesi ise daha da tehlikeli bir boyutu ortaya koyuyor.
Son bir ayda mülteci ve göçmenlere dönük yürütülen dil ve yaşananlar, 2011 yılından bu yana yaşadığımız göç olgusunun ve bu konuda geçerli olan politikaların, koruma programları ve de kamu kurumları başta olmak üzere göç alanında çalışan tüm aktörlerin çalışmaları, son bir buçuk yıldır yaşadığımız salgın koşullarını da göz önüne alarak, üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.
Türkiye’de son on yıldır oluşturulmaya çalışılan koruma sistemi ve onun yarattığı sorunlar, toplumsal kutuplaşma, ekonomik kriz, yükselen işsizlik oranları ve Kürt meselesi gibi var olan diğer sorunlarla birleştiğinde, toplumda göçmen ve mülteci karşıtlığının yükselmesine de sebep oluyor. Şu anki iktidarın oluşturup uyguladığı göç politikaları ve mevcut koruma rejimi, bir yandan göçmen ve mülteci toplumu içerisinde kırılganlıkları artırıp yaşamsal sorunları derinleştirirken diğer yandan da yerel toplumun yeni gelenlere karşı hoşnutsuzluklarının arttığı, onların geldikleri ülkelere geri gönderilme, sınırdışı edilme, iş ve konut vermeme, eğitim, sağlık ve benzeri temel haklardan mahrum bırakılması gibi ayrımcı taleplerin daha yüksek sesle dile getirileceği bir sürece işaret ediyor. Bu sorun çözülmezse Türkiye'nin başı beladan ne yazık ki kurtulamayacak!