Doğruyu söylemek eski Yunancada özel bir kavramla “parrhesia” ile adlandırılırmış. Bu kavrama ilk Euripides’in (M.Ö. 484-407) tragedya metinlerinde rastlanmış; Fransız düşünür Michel Foucault tarafından olgunlaştırılıp sistematize edilerek günümüze taşınmıştır.
Foucault’ya göre; doğruyu söylemek Antik Çağ Yunanistan’ında bir yurttaş ödevi ve demokrasi kültürünün temel taşıydı.
Herhangi bir mecburiyet yokken, kentin-toplumun iyiliği için lazım olanı; gazabına uğramayı göze alıp, liderin yüzüne karşı, herkesin duyup anlayacağı biçimde, sözü dolandırmadan söylemekti.
Aslolan güzel laf etmek değil, hakikati ve yararlı olanı, doğru zamanda söylemekti. Parrhesiastes; ‘doğru-söyleyen’ olabilmek bilgelik gerektirirdi. Cesaret, dinginlik, deneyim, öngörü ve hoşgörü gibi hasletleri de!
Lafın lafa karıştığı durumlarda kentli-yurttaş kimin “doğru” konuştuğunu anlayabilmek için “bios-logos” yani “hayat ve söz” tutarlılığına bakardı. Sözüyle-özü bir olmak; söz ile eylemin tutarlılığı ise yaşanmışlıkla sınanırdı.
Sözleri hoşa gitmeyen hatiplerin sıklıkla kürsüden indirildiği Atina’da, insanlara sadece duymayı istediklerini söyleyenlere “kolakas” pohpohçu deniyordu! Sadece krala, diktatöre, lidere, belediye başkanına değil, demokrasinin kaynağı olan halka karşı da hoşa gitmeyebilecek şeyleri söylemek ve söyleyebilmek parrhesiasteslikti.
Yalanın karşıtı olan doğru söylemek ya da olmuş bitmişi olduğu gibi anlatmak, burada sözü edilen doğru söylemek ile eşanlamlı değildi.
Gerçek ile doğru arasındaki önemli farklılıklar yer, zaman ve işe yaramak unsurları bağlamında değerlendirilir. Hayata yön verebilen doğru ile iki kere ikinin dört ettiği gibi değişmez ve değiştirmez “doğru” aynı olamaz.
Öte yandan “doğru tektir ve değişmez” ya da “aklın yolu birdir” sözleri boş laftır. Bilim tarihi; değişmez bilinen doğruların alt üst edilmeleri, çürütülmeleri ve değiştirilmeleri tarihidir.
Doğru değişir; akıl da birden çok yol bulabilendir.
İşte tam bu yüzden bilim yönetmez yol gösterir; aydınlatır!
***
1961 Anayasası devlet örgütlenmesine yerinden yönetim ve özerklik ilkelerini taşımıştır. Amaçlanan; bilimin (üniversitenin), iletişimin, (TRT’nin) belediyelerin ve kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarının, yerinden yönetim esaslarına göre yapılandırılarak menfaatten ve hegemonyadan özerk tutum alabilmelerini güvence altına almaktır.
Anayasa ilkesi olan bu yaklaşım yıllar yılı köreltilmiş, işlemez kılınmıştır. Örneğin mali kaynaklar üzerinden iktidarın ve piyasanın kuşatmalarına maruziyet ortadan hiç kaldırılmamıştır.
Devletin demokratik denge kurgusu, icranın güçlendirilmesi ve hızlandırılması adına aşındırılırken; yerinden yönetim ve özerklik ilkeleri de bütünlük, beka ve güvenlik kavramlarına yaslanılarak sakıncalı gösterilmiştir.
1970’lerden itibaren muhalif kimlik kazanan TMMOB, TTB, Barolar gibi kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri, seçimle kontrol altına alınamadıklarında, yasalarına müdahale edilerek sesleri kısılmak istenmiştir.
1980’lerde bunlara uygulanan vesayet körüklenirken sermayenin görece geniş kesimlerinin sözüm-ona özerk, yerinden yönetim örgütleri; BDDK, EPDK, RK, SPK vb. de devlet içine yerleştirilmiştir. Ancak bunların iktidardan “özerkliği” spor federasyonları dahil göstermelik kalmıştır.
Kendine efendi yerinden yönetim örgütlerine toplumsal gereksinim yok olmaz. Özellikle dar-zamanlar otoritelerin, ‘seslerini’ işin içine katmak isteyecekleri muhalif ötekilere gereksinimlerini açığa çıkarır.
Çıkar çarklarına bulaşmamış, dik durabilen kişi ve kurumlara sahip toplumlar sağlam- sağlıklı kalırlar. Başka bakıp, başka düşünüp, başka söyleyebilenler –kişi, kurum fark etmez- aynılardan değerde fazladırlar. Ve onlar kolayca yaratılıverilemezler.
Yoklukları ışıksızlıktır.