Bilinmeyen zamanlardan, sokak numaraları bile yenilenmemiş Arnavut kaldırımlı mistik kentlerden geldik kimimiz, kimimiz ışıklı caddelerin yalnızlığından… Şimdilerde kahve kokan şehirlerarası otobüslerle geldik kimimiz, kimimiz belediyenin derisi yırtık bir coğrafyaya dönmüş ardiye otobüsleriyle… Esmerdik, kızıl ya da sarışın… Kazım Koyuncu’nun memleketindendik... Akdeniz’dendik, Kızılırmak’tan su içenimiz vardı, Dicle’ye girmiş olanımız… Bitlis’te beş minareyi görenimiz de, Edirne’de Selimiye’ye uğrayanımızda… Kamp sonrası pazar ayinine gidende… İnsandık.. Her yerden gelmiştik… Her şekilde kalmak için gelmiştik… Tiyatroya dair ne varsa yüklenip gitmek için gelmiştik… Yüreğimizi valizimize; siyah tişörtlerimizle, battaniyelerimizin orta yerine, iyi niyetimizin yanı başına katıp gelmiştik...
“Hoş geldin” yazılı bir brandanın yanı başından geçerek uzandı elimiz esmer bir ‘merhaba’ya… Tanıdık bir samimiyete davetti sanki ahşap bir piknik masasına çömelme eylemimiz. Mavi, sarı ya da beyaz ipli kokartımıza yazılınca adımız anladık ki başlıyor öykümüz, hele ki ismimizin üstü çizilince fosforlu bir kalemle… Çadır kurmuyor da gecekondu yapıyorduk sanki tanımadık ellerin tanıdık samimiyetleriyle Haşmet Zeybek Köyü’nde, Metin And ya da Haldun Taner Mahallesinde… Nerden bilecektik ki yanı başımızdaki, karşımızdaki ya da arkamızdakilerle bir gün deli bir dostluğun içinde olacağımızı... Gözyaşı dökeceğimizi o çadırların yanık çim izlerine; ağaç gölgesinde kalınca hatıralarımız... Nerden bilecektik yıkık gecekonduların altında kalanın eşyalar değil, hatıralar olduğunu...
Getirilmesi gereken battaniyelere sarılı soğuk beri bir gecenin sabahında avucumuza ilişti bir güz yaprağı; geziden beri içimizi yakan belki de ilk ağaç tortusuydu bu... Kimimiz unuttu onu bir yerlerde, kimimiz cep telefonlarına yoldaş bir kılıfa bezedi o kurumtrak yaprağı... Eli elime değdi bilmediğim birinin, bilmediğim birinin gözüne gözüm. Birinin saati geldi elime, benim kolyem gitti bilmem kime. Düş yüklü esmer bir adamın atölyesinde aynı çemberin içindeydik birlikte yanacak, birlikte halaya duracak ve birlikte güneşe yürüyecek gibiydik ve tanıdıktı şimdi herkes... Herkes yalnızca insandı... Seninle ekmeğini, gölgesini, çayını, birasını, battaniyesini, üç kuruşunu, atölyesini paylaşan... Buldukları içi para dolu cüzdanı, buldukları her şeyi kriz olmayan masaya getiren... Gecenin körüne kadar tiyatro izleyen ve sabahın köründe kalkıp tiyatro için sıraya giren...
Önce sabahlar bitti bir bir… Avucumuzun içine bandığımız boyaları bir tişörte can verir gibi bezediğimiz tişörtlerle... Ki o tişörtlerdi günlerce üstümüze bir üniforma gibi giydiğimiz; bütün fotoğrafların gülen yüzleri... Sanata ‘evet’ diyerek geçti; bir iskelenin güneş yanığı sabahında başlarımız göğe kalkarken... Geçti sabahlar, biz bir kitabın agnostik gergefinde omuz omuza kitap okurken... Hem de Muzaffer İzgü için okurken... Hem de kimse bizi buna zorlamamışken...
Akşamüstüler bitti sonra... Söyleşerek bitti... Oturduğumuz çimlerle haşır neşir olacak kadar alışmış bir dinlemeyle hem de... Keskin bir ustanın Tuğrul şiirleriyle geçti bir akşam; dertlendik. Barışı özledik... İlker anlatınca savaşı ve vurulan kuşları... İşte böyle yan yana oturarak, festival tişörtlü sırtımızdan fotoğraf çekilerek bitti akşamüstüler; biz havuza daha girmemişken ve bunu dert bile etmemişken... Sonra akşamlar birer birer bırakıp gitti bizi... Oysa kahkahayla başlamıştı her şey; şırdan tadında... Küheylan vari asildi akşamlar... Akşamlar şiir kadar yüklü, türkü kadar can yakandı bazen... Tek olduk aynı sesin iç yakan ezgilerinde; bağıra çağıra olduk.. Kazım Koyuncu olduk... Karlı Kayın Ormanında yürüdük gittik...
Geceler sonra da... Gecelerde bitti... Bir aşk nasıl biterse öyle bitti... Bir ateş nasıl sönerse öyle bitti geceler... Dilek fenerlerini yüklenip gitti kamp geceleri; bir gergedanın boynuzunda... Sahne sizin dedi ve gitti... Bir film gibi bitti geceler... Coşkusunu, havuz başı Ankara havalarını, kaçak iskele oturmalarını, kahve içmeli çadır arası gece sohbetlerini , susun artık sitemlerini, paylaşılan bira ısınmalarını, ninja kapışmalarını, sabaha başlayacak voleybol ortaklaşmalarını, gitar mırıldanmalarını, bağlamanın yanık sesini, renkli ışıklı ağaç altı söyleşmelerini, nihayet bulunan çekirdek yenmelerini, nöbet değişimlerini, gece tıkanan tuvalet kokusunu, uzaklardan gelen garip sesleri, hatta düğün seslerini, horlamaları, yan çadırımda yatanı, köyümüzdeki, mahallemizdeki herkesi alıp gitti geceler...
Geceler, kampı sürgüne yolladı; kendinden olan bir sabah... Oysaki iyiye uyanmıştık... Oysaki tiyatro ile uyanmıştık....