Ne tuhaf, konu emekçiler olunca sinemanın ilgi ve iştahında bir azalma oluyor. Çok az yönetmen ve bu çok az yönetmenden daha az yapımcı, işçilerin, emekçilerin yaşamıyla doğrudan ilgileniyor. Neredeyse tümüyle ticari kaygıların güdümünde işleyen Hollywood sineması neyse de Avrupa’nın kalburüstü ülke sinemalarında bile kapitalist toplumun müthiş bir aymazlıkla görmezden geldiği işçi sınıfı hakkında yeterli sayıda film bulmak zor. Koca kıta Avrupası’nda emekçilerin dünyasına içtenlikle ve belli bir perspektiften bakan, onların hikâyelerini filme almayı istikrarla sürdüren kaç isim sayabilirsiniz? Aklımıza herhâlde Ken Loach’tan başka pek yönetmen gelmez.

Hâlbuki sinema hâlâ geniş kitleleri en çok etkileyen sanat dalı. Yaşamla kurduğumuz bağın karşılığını doğrudan görebildiğimiz (romanla birlikte) en önemli anlatı araçlarından biri. Sektörün büyük bölümü sermaye güçlerinin elinde olunca alt sınıf, kendine ancak dramatik yükseliş ya da sefalet öyküleri anlatan filmlerde yer bulabiliyor. Sınıf atlama hayallerinin beslendiği yerleşik öykülerde işçilerin rolü genelde ‘sürekli ve sorunsuz çalışmanın erdem olduğu’nu kanıtlamaktan ibaret. Çoğu kez de ana karakterin aydınlanmasını, bir şeyleri fark etmesini sağlıyorlar. Bir de kötü patronların zulmüne uğradıklarında onları bu beladan kurtaracak (çoğunlukla beyaz ya da burjuva temsilcisi) bir eril figürün öne çıktığı filmler var. Bu da özellikle ana akım diyebileceğimiz ticari sinemanın bu konudaki tavrını gösteriyor: İşçi sınıfını bir temsil grubu olarak ele aldıklarında bile sistemin içindeki yozlaşmış kişi ya da grupların ‘büyük el’ tarafından temizlenmesine odaklanan öyküler izliyoruz.

İŞÇİLER NİYE ANLATILMAZ?

Peki, işçilerin gerçek gündelik yaşamını, kapitalist sistemin gerilimleri altında karşılaştıkları çatışma ve sorunları, hele de bizim gibi ülkelerde maruz kaldıkları sindirilmişliği ve elbette sorunun kökeninde bizatihi sistemin yattığını anlatmayı hedefleyen ve böylece genel sinema eğilimlerine karşı duran anlatılar neden daha geniş bir kitle üzerinde ve uzun soluklu kabul görmüyor? Kuşkusuz bu soru ayrıntılı bir sosyolojik arka plana sahip. Yine de bu meseleyi az çok irdelediğinizde siyasi gerilimlerin tırmandığı dönemlerde politik filmlerin dönemin ruhuna uygun biçimde ve ideolojik zemine koşut olarak ortaya çıktığını görüyorsunuz. Dolayısıyla ‘sol’un mevzi kaybettiği ve neoliberal politikalar karşısında aktif alanda gerilediği dönemlerde; muktedirlerin, sermaye sahiplerinin, yüksek sınıfların ekmeğine yağ süren anlatılar çoğalıyor, kapitalist düzenin kendini uyumlamak için ürettiği öyküler bollaşıyor. Giderek sinema seyircinin yerleşik algılarına eklemleniyor. Marksist bir ideolojik zeminden gelen yapımlar ise içerdikleri didaktizmle bu eğilimin öte yakasında duruyor. Özellikle de Sovyet Devrimi sonrasında sinemaya yön veren büyük anlatılarda gördüğümüz gibi güçlü propagandist yapı, bir noktadan sonra işçi sınıfının gerçekliğinden uzaklaşarak daha büyük bir ülkünün anlatımına evriliyor. Eisenstein, Vertov gibi büyük Rus sinemacıların izinden giden anlatımlarda ön plana çıkan noktalar iki yönetim sisteminin mücadelesine odaklanıyor.

TÜRK SİNEMASI VE İŞÇİ SINIFI

İşçi sınıfının gerçek yaşamına odaklanmak bir yana Türk Sinemasında ise uzun yıllar emeğin dünyası seyirciye kapalı bir alandı. 20. yüzyılın ikinci yarısına doğru kendi varlığını fark eden, dil ve anlatım olanaklarını geç keşfeden sinemamız; tipik melodramlarla kurulmuş bir öykü çemberinden çıkıp sömürülenlerin safında yer alma cesaretini dünyayı etkisi altına alan devrimci hareketlere koşut bir dönemde gösterecekti. Bu yüzden işçi sınıfının varlığına ilişkin ilk önemli filmin 60’larda karşımıza çıkması şaşırtıcı değil. Ertem Göreç’in yönettiği ve sinemamızın ilk işçi filmi olarak kabul edilen 1964 yapımı Karanlıkta Uyananlar, hem şiirsel ismiyle hem de sendika, grev gibi dönemin rüzgârıyla şekillenmiş ama kent kültüründe henüz yabancısı olduğumuz kavramları konu almasıyla büyük bir adımdı. 60’ların görece hoşgörülü siyasi ikliminde filizlenen yeni bakış açılarında ülkenin başına musallat olan plansız şehirleşme, göç, yoksulluk, bunlara koşut olarak artan işsizlik gibi birbirini tetikleyen büyük sorunlar çoğu kez dramatik öyküler içinde ele alınan unsurlar olsa da sinemanın önemli konuları hâline geldiler. 1980’deki siyasi ve kültürel darbeye kadar yirmi yıllık bir dönemde sinemamız adına değerli ve olgun örnekler izledik.

YERİMİZDE SAYIYORUZ

Bunlar arasında Düğün üçlemesi ile (Gelin [1973], Düğün [1974], Diyet) ustasız usta Lütfi Ö. Akad kanımca sosyolojik derinliği de es geçmeden sinemamızın en güzel filmlerinden üçüne imza attı. Tematik bir birlikteliğe sahip bu filmlerden özellikle sonuncusu olan Diyet (1975), sendikal haklar bağlamında işçilerin ancak birleşerek, örgütlenerek varlık mücadelesini kazanacağını vurgulayan, gerçekçi, özel bir yapımdı. 70’lerin son derece karışık siyasi ortamında geleneksel kültürel değerlerden beslenen ve bunu ideolojik bir zemine oturtmaya çalışan, daha politik filmler ise bu çatışmalı dönemi çok daha doğrudan anlatmayı başardılar. Yılmaz Güney’in öncüsü olduğu bu filmlerde sosyal adaletsizlik, işçi sorunları, sendikal eylemler ön plandaydı ve emekçilerin içinde bulundukları durumun farkına varmaları isteniyordu. Sol hareketlerle birlikte yürüyen bu kültürel yapıda yer yer didaktik olsa da çok önemli figürler ve konular sinemamızda temsil imkânı bulmuştu. Bunlar arasında dönemin ruhuna en yakın yapımlar Yavuz Özkan’ın çektiği Maden (1978) ve Demir Yol (1979), greve gidiş sürecinde hak arayan işçilerin sesini geniş kitlelere duyurup ses getirmeyi başardı. Özellikle Maden’de sinemamızın pek az ilgilendiği bir alan olarak maden işçilerine odaklanılması önemlidir. Sonraki yıllarda Yılmaz Erdoğan’ın kısmen Zonguldak kömür ocaklarına yer verdiği Kelebeğin Rüyası hâricinde konuya toplumcu gerçekçi çizgide yer veren başka nitelikli bir film olmadı. Bu konuda hâlâ nasıl da yerimizde saydığımızı anlamak için çok değil daha sekiz yıl önce yaşanan Soma faciasına bakmak yeterli.

Yılmaz Güney’in 70’lerde ürettiği filmler arasında, işsizlik belasıyla mücadele eden İsmail’i anlatan Düşman’la (1979) birlikte özellikle bir işçi önderini konu alan Bir Gün Mutlaka’yı (1974) anmak gerekir. Güney’in filmleri 70’leri çok geniş bir perspektiften kavrayan, bütün sorunları içinde emperyalist dünyanın kıskacında kalmış bir toplumun ruh hâlini yansıtan çok değerli filmlerdi. 80’lerle birlikte bütün bu sorunlar birdenbire görünür olmaktan çıktı. Yılmaz Güney gibi politik olarak sözünü sakınmayan yönetmenlerle çok uzun yıllar karşılaşmadık. Emekçilerin dünyası da sinemamızdan epeyce uzak kaldı.

GÖZLER KORTEJDEKİ OYUNCULARI ARIYOR

90’lar ve sonrasında yeni arayışlar, denemeler söz konusu olsa da eskisinden de katı bir baskı ve sansür ortamı üreten siyasi iklimde, ezilen sınıfların yanında yer alan bir sinema anlayışı kendine geniş bir söz alanı bulmakta çok zorlandı. Bütün bu 30 yıllık dönemde sayıca epeyce az örnek (Muzaffer Hiçdurmaz’ın Çark [1987], Faik Akıncı’nın İş [1994] ve Ekmek [1996], Erdem Tepegöz’ün Zerre [2012], Ahu Öztürk’ün Toz Bezi [2015], Kıvanç Sezer’in Babamın Kanatları [2016] filmleri vb.) arasında belgesellerin görece ağırlık kazandığını söyleyebiliriz. Maalesef bu kadar önemli bir alanda ciddi sayıda film çekilmiyor, üretilenler de geniş kitlelere ulaşmıyor. Oysa vahşi kapitalizmin tüm ağırlığıyla varlığını dayattığı bu örseleyici ortamda sessiz çoğunluğun sesi olmak, ayrışma ve ötekileştirmelere rağmen sınıf bilincinde yeniden buluşarak huzurlu ve güvenli bir toplumsal ortamı inşa etmek konusunda sinemaya çok iş düşüyor. Ve ne acı ki ezenlerden yana taraf olan sanatçıları gördükçe, gözler 1978’in 1 Mayıs’ında “Sinema Emekçileri” kortejinde yürüyen “Yeşilçam” oyuncularını arıyor. Ve emeğe saygı duyan, sermayenin haksızlıklarına cesaretle karşı çıkıp kolektif bir toplumsal sanat üretecek sinemacıları vazgeçmeden, umutla ve sabırla bekliyoruz.

MUTLAKA İZLENMESİ GEREKEN 10 İŞÇİ FİLMİ

Dünya sinemasında geçmişten bugüne işçi sınıfına adanmış ve onların sorunlarını ele alan az ama öz sayıda film içinde çok değerli yapıtlar var. Yazının başında da belirttiğim gibi Ken Loach gibi neredeyse tüm filmlerini emeğin dünyasına vakfeden yönetmenler dışında bu alana dair önemli bulduğum 10 filmlik bir izleme listesi eklemek istedim. Tam da bugün yeni umutlarla, yeni bilinçlenmeler için ihtiyaç duyduğumuz coşku ve gücü taşıyan filmler:
Grev (Staçka, Y: Sergei Eisenstein, 1925)
Gazap Üzümleri (Grapes of Wrath, Y: John Ford, 1940)
Toprağın Tuzu ( Salt of the Earth, Y: Herbert Biberman, 1954)
İşçi Sınıfı Cennete Gider (La Classe Operiai va in Paradiso, Y: Elio Petri 1971)
Norma Rae (Y: Martin Pitt, 1979)
Germinal (Y: Cluade Berri, 1993)
Güneşli Pazartesiler (Los Lunes al Sol, Y: Fernando Leon de Aranoa, 2002)
İki Gün Bir Gece (Deux Jours Une Nuit, Y: Dardenne Kardeşler, 2013)
Üzgünüz Size Ulaşamadık (Sorry, We Missed You, Y: Ken Loach, 2019)
Ayrı Dünyalar (Ouistreham, Y:Emmanuel Carrere, 2020)