Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başladığı bir haftaya girdik. Dünyanın neresinde olursak olalım bu aşağılık savaş çığırtkanlığından, insan olarak beş para etmeyecek politikacı kılıklı meymenetsizlerin içeride ya da dışarıda her şeye hâkim olma hırsından, bu hırsın yarattığı karanlıktan, zulümden, eziyetten kaçış yok mu gerçekten? Dünya tarihi insanlık denen musibet var olduğu günden bu yana sömürüden, zalimlerden, herhangi bir ideoloji ya da din adına kitleleri ezmeye and içmiş müptezellerden kurtulamadı. Hâlâ da böyle. Bu yıkım zihniyetine dur demek işlerine gelmediği için kim bilir daha ne zamana dek savaşın yakıp kül ettiği, dağıtıp dört yana savurduğu insan öyküleri yaşanacak? İşin kötüsü bu öykülerle çepeçevre sarılmış olmamıza rağmen uluslararası toplum olarak hiçbir şey yap(a)mıyor oluşumuz. Acı insan deneyimlerini dinliyor, izliyoruz; kurmaca ya da belgesel yapıtlarda karşımıza çıkınca duygulanıyor, empati kuruyor, alkışlıyoruz. Ama bu kahrolasıca dünya düzenini değiştirmek için hiçbir şey yapmıyoruz.  Üstelik kitleleri oluşturan büyük ve cahil kuru kalabalık, evrensel insan hakları üzerinde uzlaşmaya niyetli değil. (Galiba büyük kısmının bundan haberi de yok.) Barış sözünden çekinen, başka bir devletin ülkeyi işgal edeceği endişesiyle ‘ordu’ denen kurumun varlığını sürdürmesinin doğru ve akılcı olduğunu savunup şiddeti meşrulaştıran, milliyetçi duyguları faşizan söylemlerle birleştirmekten geri durmayan insanları ikna edip herkesin adil, huzurlu ve temiz bir dünyada yaşayabileceğine inandırmak kuantum denklemi çözmek kadar zor.  Bütün dünyanın değişebileceğine inananları boş bir ütopya hayali kurmakla itham edenler de az değil. Bu ikiyüzlü toplumsal düzen; vicdanı, aklı, ruhu ve kalbi olanlar için dayanılmaz zulümler sunuyor. İşin daha da fenası gerçek acılar bizden uzakta sessizce, bitimsizce yaşanıyor. Bizse hepsine seyirci kalıyoruz.

BİR ZORUNLU GÖÇ ÖYKÜSÜ

Kaçış, işte bu vicdansız dünyayı kaplayan acılardan birine yakın plan yapan çok özel bir belgesel. 1980’li yıllarda Rusya’yla ve iç savaşla yüzleşen Kabil’de başlayan ve bir ailenin dağılmasıyla sonuçlanan buruk bir öykü. Bu zor öykünün kahramanı Amin Nawabi’yle tanışıyoruz. Hikâyesini yıllar sonra ilk kez anlatmaya karar vermiş.  Göçmen olarak yerleştiği Danimarka’da yaşıyor. Liseden arkadaşıyla öyküsünü bir belgesele dönüştürmek için söyleşiyor. Geri dönüşlerle ailesini yitirişinin ayrıntılarını öğreniyoruz. Göçmen statüsü kazanabilmek için ailesinin öldüğünü söylemiş. Oysa gerçekler başka. İç savaşın doruğa çıktığı ve Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirdiği dönemde, beş parasız Moskova’ya kaçışlarından insan kaçakçıları vasıtasıyla Avrupa’ya geçişlerine dek süren öykü boyunca kaçışın psikolojisini derinden duyumsuyoruz. İnsanın yaşadığı yerden ayrılmak zorunda bırakılması büyük trajedi. Daha fenası gidilen ülkelerde yetkili makamlar tarafından yakalanıp can güvenliği tehlikesi olan Afganistan’a gönderilmek korkusu da var. Bu yıpratıcı, kahredici süreçte bir de iltica ve göç sorunu rol alıyor. Bu noktada filmin Batılı toplumsal siyaseti ve ikiyüzlü tavrını da eleştirdiğini, bütün bu hercümerci kapitalist ideolojik yapılanmanın bir sonucu olarak vurguladığını belirtmek gerek. Ama Kaçış’ı daha değerli kılan unsur kuşkusuz Amin’in kişiliğine odaklanışı. Bir insanın kimliğini, kim olduğunu bulma çabası ve kendi var oluşunu doyasıya ve özgürce yaşama hakkı... Adaletsiz dünyanın yarattığı Doğu ve Batı blokları arasındaki müthiş çelişkileri de gözler önüne seriyor film. Özellikle virane bir botla kaçan Afganların Baltık Denizi’nde lüks bir yolcu gemisiyle karşılaştıkları sahne bu anlamda sarsıcı, düşündürücü. 


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


ÖZENLİ BİR ANLATIM

Kaçış’tan bahsederken asıl söylenmesi gerekenleri de atlamayalım. Yönetmen Jonas Rasmussen filmi Persepolis (2007) ya da Beşir’le Vals (2008) gibi siyasi arka plana sahip yetişkin animasyonu olarak kurgulamış. Çizgi tarzıyla bu filmleri andıran yapım, içeriğiyle toplumcu eleştiri çizgisine önemli bir katkı sağlıyor. 1980 ve 90’ların dünyasına dair kimi ayrıntılar zarif biçimde aktarılmış. Komünist rejimin çöktüğü SSCB TV’lerindeki Meksika pembe dizileri, Moskova’da açılan ilk MacDonalds, ekonominin çöktüğü dönemde Rus polisinin kokuşmuşluğu, 80’lerin başındaki Kabil’de yaşama dair unsurlar belgeselin zeminini güçlendiriyor. Ayrıca önemli geçiş noktalarında dönemin haber kanallarından alınan görüntüler ya da 8 mm kamera ile çekilmiş amatör kayıtlar devreye giriyor. Ailesini terk etmek zorunda kalan Amin’in sahte pasaportla İstanbul havalimanına geldiği sahnelerde bile ayrıntılara dikkat edildiğini belirteyim.

Kaçış, bu yıl 94. Akademi Ödülleri’nde üç dalda birden aday olan ilk film olarak bir ilke de imza atıyor. Yapısı gereği hem animasyon hem belgesel olduğu için uluslararası en iyi film, en iyi belgesel ve en iyi animasyon dallarında aday. Ben şahsen bu ödüllerden birine mutlaka uzanacağını düşünüyorum. Hatta iki ödül alması mümkün. Böylece son yıllarda belgesel sinemanın eriştiği noktada daha geniş kitlelere ulaşması ve ciddi anlamda popülerlik kazanması için de önemli bir örnek olabilir.
Ben  Kaçış’ı Başka Çarşamba kapsamında Karaca Sineması’nda izledim. 4 Mart itibariyle geniş gösterime  girecek. Mart haftasında aklınızda olsun, bu küçük, samimi, içten başyapıtı kaçırmayın.


BİR TOPLUMSAL BAĞIŞIKLIK OLARAK KANDIRILMAK!

Netflix’te  şaşırtıcı bir belgeselle karşılaştım. Bu, nadiren oluyor. Sinema Gezgini’ni takip edenler bilir, bu platforma ve ticari işlevine pek ısınabilmiş değilim. Hercai kitleye sunduğu yüzeysel ve birbirinin aynı içeriklerin toplumsal bir yozlaşmanın parçası olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte ironik biçimde bazen gerçekten nitelikli filmlere yer vererek önemli konuları da gündeme taşıyor. Bunlardan biri de dünya çapında herkesin canını yakan, nitelikli dolandırıcılık konusu.
Açıkçası netflix kütüphanesinde filmi gördüğümde ikinci sınıf ve eril bir aşk komedisi olduğunu düşünüp burun kıvırmıştım. (Kusura bakma Netflix, bundan sonra hakkında peşin hüküm vermemeye çalışacağım) Ayrıca filmi izleyene kadar, konu edilen dolandırıcı herifi duymamıştım. Sanırım bu belgesel sayesinde dünyanın her yanında tanınmış oldu. Belgeselin bu anlamdaki gücünün bu tür platformlarla birleşmesi, gerçekten olumlu sonuçlar doğurabilir. 

MODERN ZAMAN DOLANDIRICISI

Film, aplikasyon diye tabir edilen bir telefon uygulaması olan Tinder’da kendisini elmas kralının oğlu olarak tanıtan ve orada eşleştiği kadınları âşık edip güvenlerini kazanan sonra da hepsini yüz binlerce dolar dolandıran Simon Leviev’in kurduğu sistemi anlatıyor. İlginç konular bulup kamuya sunan bir televizyon yapımcısı olan Felicity Morris’in ilk yönetmenliği olmasına rağmen, son derece olgun bir üslup tutturduğu film, bize şatafatlı bir dünyayı ve dijital devrimin sunduğu ilişki imkânlarını gösterirken art arda iki kadınla tanıştırıyor. Önce Cecilia’nın anlattığı peri masalının nasıl kabusa döndüğünü izliyoruz, ardından Pernilla’nın da benzer bir deneyim yaşayan bir kurban olduğunu… Leviev, ister gönül ilişkisi ister yakın arkadaşlık düzeyinde olsun iki kadını da ağına düşürmüş ve kısa süre sonra onlara yüklü miktarda kredi çektiriyor. Filmin ilk yarısında dolandırıcının foyasının ortaya çıktıktan sonra kurbanların ikiyle sınırlı olmadığını öğreniyoruz. Adam bu işin profesyoneli. 

Belgeselin ikinci yarısı, kurbanların önce borçlu oldukları bankalarla, ardından polisle girdikleri kısa süreçten hemen sonra medya yoluyla Leviev’i yakalatma çabalarına ayrılıyor. Yönetmen Morris, bu kısımları heyecanlı bir dedektiflik öyküsü biçimiyle sunmuş. Belgeselin gerilimi, tansiyonu giderek artıyor. Hemen hemen aynı hikâyeyle dolandırılan onlarca kadından ikisini merkeze koyan öykü, Leviev’i yakalatan Ayleen’in devreye girmesiyle şaşırtıcı biçimde sonlanıyor. İşin ilginç tarafı, Leviev 15 ay hapis yattıktan sonra serbest kalmış ve bir biçimde yine zengin olmayı başarmış.(!)  Belgeselde anlatılanları reddediyor ve konu dünya çapında gündeme geldiği için medyada görünür olmaya çalışıyor. 

ASIL KAZANAN KİM?

Belgeselin es geçtiği kısımlardan biri, bu adamın neden serbest bırakıldığı. Film boyunca kurbanların telefonlarında yer alan videolar, konuşma dökümleri, ses kayıtları sunuluyor. Hatta finalde belgeselden memnun olmayan Leviev’in gönderdiği saldırgan bir kayıt bile var. Demek bir adamın iddiaları reddetmesi ve kendi üzerinden yapılan bir işlem olmayınca her koşulda yırtması mümkün. Kurbanlarsa bankalara olan borçlarını ödemeyi sürdürüyormuş. Affedersiniz de kurduğunuz bu kapitalist düzenin Allah cezasını versin! Sizin bu rezil yapınız yüzünden geniş bir kitle, kadınların paragöz, budala ve aptal olduğunu, böylesine bir planı işleten adamın da zeki olduğunu düşünüyor. Kolay yoldan para kazanıp zengin olma hayalleri kurdurursanız işte böyle birbirini her yerde ve her anlamda dolandıran bir toplum yaratırsınız. Nasılsa ucu size dokunmuyor, birilerinin yasal olmayan yollarla aşırı zengin olabildiği böyle bir dünyada eninde sonunda hepimiz kurban değil miyiz?
Belgesel bir av ve avcı öyküsü formatından çok da çıkmıyor.  Bu meseleyi daha geniş tartışsa ve düzene dair güçlü bir eleştirel perspektif kursa etkisi çok daha büyük olabilirdi.  Ama yine de o yapay peri masalı fantezilerinin hepimizi nasıl incittiğinin altını çiziyor. Dilerim Netflix’in belgeselle kurduğu olumlu ilişki sürer ve -dertleri daha çok para kazanmak olsa da- kitlesel bir dönüşüm için olumlu örnekler sunmaktan geri durmazlar.