İşte nihayet, ele aldığı konuya dürüstçe, gerçek bir duyarlıkla yaklaşan bir biyografi filmimiz oldu. Açıkçası böyle bir filme hele de bu zamanda öylesine ihtiyacımız vardı ki… Sadece kadın dayanışması, kadın hareketine katkı olarak da değil üstelik. Bergen, ana akım sinema diyebileceğimiz ve hemen tamamı erkeklerin egemenliğinde biçimlenen ticari filmlerimize yön gösterecek, örnek olacak bir çalışma olduğu için de çok değerli.
SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ
Dilerim filmi sektöre yön veren para babaları, eril söylemle alışverişi olan tüm bir erkek toplumu izlesin. Biyografi filmi denince bizim coğrafyanın kültür endüstrisinde erk sahibi olmuş isimler umarım ki bu filmi akılcı biçimde analiz edip kendi filmlerinde neleri yanlış yaptıklarını, bu topluma ne borçlu olduklarını anlasınlar… Bu açıdan Bergen’in ilk üç günde kendi alt türünde kırdığı seyirci rekorunu da çok anlamlı buluyorum. Salt kadınların ya da Bergen hayranlarının değil tüm bir toplumun, eril sistem içinde ezilen ama kendini gösteremeyen, sesini çıkaramayan erkeklerin de bu filmi mutlaka izlemesi, çevresindekilere izletmesi, üzerine konuşması, dersler çıkarması gerek. Çünkü artık tümüyle bir zihniyet ve politika meselesine dönmüş bu ‘erkeklik’ argümanını bitirmemiz, insani bir zeminde herkesin özgürce, barış ve huzur içinde yaşayacağı bir toplum kurmamız gerek. Bunun için de ‘sistem’ adıyla her yanımızı kuşatan bu eril tuhaflığı dönüştürebilmek için birbirimizi anlamalı, birlikte düşünmeli, ortak hareket etmeliyiz.
O BİLDİĞİMİZ ÖYKÜ
Bergen, bu konudaki heyecanın ve öfkenin öykü içinde dolaştığı, seyircinin hep bildiği ama bir türlü çözülemeyen o büyük karanlıkla derinden yüzleştiği bir film olmuş. Asıl can acıtansa filmde yaşananların kurmaca olmadığını bilmemiz. Film bizi, 80’li yılların sonunda hayattan koparılan Bergen’in yaşam öyküsüne konuk ediyor. O dönemi yaşayanların bildiği gibi Acıların Kadını adıyla ünlenmiş Bergen gençliği boyunca, Adana’da tanışıp âşık olduğu Halis Serbes’in psikolojik ve fiziksel şiddetine maruz kalıyor. Bu şiddetle yetinmeyen herif, kıskançlıktan kudurdukça Bergen’e başka bir kötülük yapıyor. Birilerini azmettiriyor ve Bergen’in yüzüne kezzap attırıyor. Bir gözünü kaybeden ve iki yıl boyunca tedavi gören sanatçı sahnelere yeniden ve bu kez daha güçlü biçimde dönünce hıncını alamayan Halis Serbes, hapisten çıktıktan sonra yolunu kestiği kadını ve annesini vuruyor. Anne sonradan kurtuluyor ama Bergen yaşamını yitiyor. Almanya’ya kaçan katil, orada yakalanıp yurda teslim edildikten sonra iyi hâlden ve yattığı belli bir süre cezasından düşülerek 7 ayla kurtuluyor.
Bu zavallı ülkenin ezelden beri içinde yaşadığı erkek belasının bütün nüvelerini içinde barındıran bu gerçek öykü, ne yaptığını bilen, seyircinin duygusal beklentilerine oynamayı düşünmeyen, son derece başarılı bir ekibin ellerinde filme aktarılmış. Senaryo yazarları Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt ve yönetmenler de Zenne ve Çekmeceler ile bize farklı bir sinemanın kapılarını açan Caner Alper ve Mehmet Binay olunca, konunun barındırdığı şiddet olgusunu doğru ve mesafeli biçimde ele alan, kan revan içinde kadın figürleri göstererek meselenin içini boşaltmayan bir yapım ortaya çıkmış. Üstelik sadece bu da değil. Geniş kitlelere seslenen bir biyografik anlatımın nasıl olması gerektiğine dair ders niteliğinde bir film bu.
BİR SANATÇININ YİTİRİLİŞİ
Daha ilk sahnelerden itibaren karakterin içinde bulunduğu dünyayı betimlerken sakince ve özenle öyküsünü anlatıyor. Filmde karşımıza çıkan figürleri sinema estetiğinin sunduğu imkânlarla resmetmesi de ayrıca değerli. Halis karakterini gördüğümüz ilk plan örneğin bunun çok güçlü bir örneği. Mavi kırmızı loş ışıklandırmanın arasında karanlığın içinde sadece gözleri aydınlanan bir figüre yer veren, üzerinde uzun uzun düşünülmüş, hesap edilmiş bir görüntü yönetimi var. Bu arada sırası gelmişken görüntü yönetmeni Mirsad Heroviç’i ayrıca kutlamak gerek. İlk bölümlerden itibaren kameranın kalabalıklar arasında devindiği, rahatsız etmeden aktığı çok başarılı bölümler boyunca Bergen adını almadan önceki Belgin’ i ve annesini tanıyoruz. Baba yoksunluğu yaşayan Bergen’in birincilikle girdiği konservatuarı sahnede şarkı söylemek için bırakması, annesiyle içinde yaşadığı yoksulluk ve Ankara’nın gece hayatına ilişkin kimi ayrıntılar öyküde yer alması gerektiği kadar veriliyor. Genelde biyografik filmlerde mecburen başvurulan eksiltmeler ve atlamalar konunun merkezinden uzaklaşılırsa dağınıklığa ve kopukluğa neden olur. Bergen’de ise ufak tefek kimi boşluklar haricinde böyle bir sıkıntı bulunmuyor. Çünkü öykü akışı merkeze bir sanatçı olarak Bergen portresini yerleştirmiş. Annesinin onu elinden geldiğince okulu, geleceği için korumaya çalışması ve karşısına çıkan kişilere rağmen Bergen’in şarkı söylemekten vazgeçmemesi yirmi yıla yayılan bu öykünün kesintiye uğramadan kavranmasını sağlıyor.
BİR ÖFKENİN DÖNÜŞÜMÜ İÇİN
Filmin pek çok erdemi var. Bunlar arasında belki de önemlisi, Bergen’i güçlü bir kadın olarak anlatması. Karşılaştığı erkeklerle kurduğu travmatik ilişkilere, baba sevgisi eksikliğinin kişiliğine getirdiği zaaflara, hayallerine ve sanatçı yeteneğine bu bağlamda baktığı için karakteri yargılamayan ve seyircinin de yargılamamasını sağlayan bir konuma yerleşiyor. Bergen’in yaşamıyla ilgili magazin düzeyini aşmayan ucuz tartışmaların düştüğü o büyük yanılgının, her şeyin onun tercihi olduğu yönündeki eril savunma refleksinin de ne kadar aciz, kolaycı bir yaklaşım olduğunu vurguluyor. Bunu yaparken eril fail karakteri de olabildiğince gerçekçi biçimde yansıtıyor. Bunda karakterler arasındaki gerilimi yansıtan olayların kurgulanışı, diyaloglardaki özen ve elbette karakterlerin kompozisyonları önemli rol oynuyor. Bu açıdan burada elbette müthiş bir performans sergileyen Farah Zeynep Abdullah yanında Bergen’in katilini oynayan Erdal Beşikçioğlu’nun son derece inandırıcı oyununu ve Bergen’in annesi Sabahat rolünde bana kalırsa devleşen, böylesine karikatürize olabilecek bir role içtenlikle hayat veren Tilbe Saran’ı da övmeden geçmeyelim. Her iki rol de filmin derdini anlatmak için çok güçlü bir destek sunuyorlar.
Ayrıca yönetmenlerin kamera ve kurgu tercihlerinin de filme çok şey kattığını, alışık olduğumuz o sıradan yapımlardan fersah fersah ötelere taşıdığını da belirtmek isterim. Film boyunca Bergen’in katilinin adı anılmadığı gibi, final jeneriğinde de Erdal Beşikçioğlu’nun rol hanesinin boş kalması gibi çok değerli ayrıntılarla süslü bu film çok daha geniş bir analizle uzun yıllar incelenmeyi hak ediyor. Bu ülkenin sığ erkek kültürünün derinden kavranıp kitlesel bir dönüşümün fitilini yakması dileğiyle… Bu filmi mutlaka izleyin, izletin…
BİR FİLM GÖRDÜM
Bu hafta Bir Film Gördüm’ün konuğu edebiyatımızın en güçlü kalemlerinden, pek çok başucu kitaba imza atmış Adalet Ağaoğlu.
Darbe dönemlerine tanıklık eden, Türkiye’nin politik, toplumsal yapısını özellikle de aydınlar üzerinden ele alan nitelikli romanları, öyküleri, oyunları ve denemeleriyle yeri doldurulamayacak bir yazardı. Fikrimin İnce Gülü adlı romanından Tunç Okan’ın yaptığı ve genelde Sarı Mersedes (1992) olarak bilinen uyarlamayı da anımsayacaksınız. Tabii çok geniş bir alandan beslenen Ağaoğlu sinema üzerine düşündü, ondan kendince beslendi. Bir söyleşide kendisine yöneltilen soru üzerine sinemayla kurduğu ilişkiyi, çocukluğunda gördüğü ilk filmi bakın nasıl anlatıyor:
“Sinema yolundan yeni bir görgü edinme açısından ilk gördüğüm film King Kong idi.
Shoedsack ve Cooper’ın 1933 yapımı. Bunun böyle olduğunu kırk yıl sonra öğreneceğim tabii. King Kong’u İstanbul’un Galata Kulesi’ne yakın sinemalarından birinde gördüğüm zaman dört beş yaşlarındaydım. Babamın Galata’da bir apartmanı vardı, bazı yazlar İstanbul’a gelindiğinde orada kalıyorduk. Beni elimden tutarak bir ‘loca’ya oturttular. Aşağıda, sahnede kocaman bir beyaz perdenin önünde hokkabazlar oynuyor, ‘Mızıkalar çalınıyordu’. Ne olmuşsa olmuş, film başlamıştır ve ben ömrümün geri kalan zamanlarında başta Galata Kulesi olmak üzere, Notre-Dame’dan sonra Empire State Building de dahil, nerede öyle yümyüksek bir yapı görsem orada bir goril ve gorilin kıllı, iri iri tırnaklı elinde çığırıp duran sarışınından minyatür bir kız görürüm. Sinemanın hayal gücüme yaptığı bu kışkırtı beden bir türlü silinip gitmedi. Hele kameranın teknolojik zaferi hakkındaki bu silinmez etkisi üstüne bir deneme bile yazmışımdır. Bizim sinemamızda sürekli olarak büyük bir eksiklik ya da ‘yok sayma’ durumuyla karşılaşıyordum.
1970’lerde Ankara’nın ilk ‘sinematek’inde Decameron’u (1971, Y: Pier Paolo Passolini) gördükten sonra asıl dönemsel filmlerde bunun ne olduğunu görüp anladım: Işığı bir tablo yapar gibi ‘konuşturma’nın yolları; bu beceri. Gölgeler, gündoğumları, günbatımları etkileriyle zamanın tayini; dönemlerin hayallendirilmesi… Decameron filmi, olayın geçtiği Ortaçağ döneminde ünlü ressamların elinden çıkmış büyük tablolar gibidir. Ha bir müzede geçip Tiziano-Tintoretto değilse de Rubens tabloları karşısında ışığın kullanımlarına hayranlıkla bakmaktasın, ha bu film. Onca girilip çıkılan, şunun bunun için savaşılan filmler çekilmiştir bizde; hiçbirinin zamanı belli değil. İlle karşınıza bir saat dikilmesi, yetmedi, ‘Ooo akşam olmuş’ denmesi gerekir radyo oyunları oynatılıyormuş gibi…”
(*) Yeni Karşılaşmalar, Adalet Ağaoğlu, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2011, 253-4