Mart sonunda bizde sessiz sedasız gösterime giren ve yeterli ilgiyi görmediği için önümüzdeki hafta salonlarda bulamayacağınız bir film “Yangın Gecesi”. Muhtemelen söylemek istediklerini üzerine basa basa göstermediği ve biraz karamsar bir öykü anlattığı için… Bağımsız film severler bile ‘filmleri artık nasılsa dijital platformlardan izleriz’ diye mi düşünüyorlar bilmiyorum. Ama filmin gişesinin düşük olması üzücü.  Tabii kuşkusuz aynı hikâye kavga dövüşün gırla gittiği, silahların art arda patladığı bir Hollywood filmine konu olsaydı, dramatik anlarda acayip yükselen, seyirciyi hop oturtup hop kaldırtan bir yönetmenin elinde, ‘inanılmaz gerçek olaylardan uyarlanmıştır’ ibareli tanıtımlarla pazarlansaydı herhâlde daha geniş kitlelerce -hatta filmin eleştirdiği o Allahın cezası erkek toplumu tarafından da- izlenebilirdi. Ama öyle olsaydı ortaya bu duyarlı, gerçekçi film çıkmazdı.

ANLATMANIN SORUMLULUĞU

Bu tür yapımların ele aldıkları meseleye duyarlı bir noktadan ve açıkçası mağdurların gözünden bakması gerektiğini düşünüyorum. Dünya denen bu tuhaf yaşam alanı, her türlü teknolojik gelişme ve anayasal ilerlemeye karşın ‘insan’ adı verilmiş mahlûkun güç hırsıyla zehirlenmiş durumda. Genel sinema eğilimleri ise bu noktayı es geçmekten çekinmiyor. Yaşadığımız dünyanın sorunlarından uzak bir sinema elbette bize kaçış alanı sağlıyor, sorunları görmezden geldiğimizde rahatlıyoruz, sanat yoluyla bir aydınlanma veya katharsis yaşamak için beklediğimiz öyküler maalesef kötülerin sonunda cezalarını bulduğu anlatılar oluyor. Bu filmlerin sonunda döktüğümüz gözyaşı, kahramanların verdiği cezalar sayesinde yaşadığımız rahatlama bize iyi geliyor ama anlatısal olarak bambaşka bir yapıya sahip olsalar da bu dünyanın sorunlarından bizi uzaklaştıran her yapım bir yanıyla bütün bu kirli düzenin ekmeğine de yağ sürmüyor mu?

SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Yangın Gecesi, işte bu yapımlardan farklı olarak, gerçekçi yaklaşımıyla göz dolduran bir film. Kuşkusuz bu noktada yönetmenin başarısı ön planda. Salvador kökenli Tatiana Huezo Meksika’da yaşıyor ve özellikle bu ülkedeki yasadışı işler ve insan kaçakçılığı meselesine dair belgeselleriyle tanınıyor. İki kadının insan ticareti yüzünden yaşadıklarını gösteren ve Oscar ödüllerinde en iyi belgesel dalında 2016’da aday olan Tempestad’la uluslararası alanda kendini göstermiş. Bundan önceki projeleri hep belgesel formunda olduğu için, hem biçimsel hem de içerik olarak belgesel anlatımın ruhu kurmaca filmine de yansıyor.

KADINLARIN CEFASI

Meksika’da taş ocağı yakınlarındaki bir dağ köyünde yaşananlara bakıyoruz. Köyün erkekleri, acımasız Meksika toplumunda var olabilmek için kente gitmiş ve köyde kalan eşlerine para gönderiyorlar. Kadınlar afyon tarlalarında çalışıyor.  Köyün ve civarın yönetimi uyuşturucu kartellerinin elinde. Güvenlik güçlerinin müdahaleden kaçındığı, yasanın işlemediği bu topraklarda kadınlar kendilerine biçilen yaşamı sürdürmeye çalışırken kızlarını kartelin acımasız yüzünden saklamak zorundalar. Belli bir yaşa gelen kızlar, türlü amaçlar için kaçırılıyor çünkü. Buna dur diyen olursa da öldürülüyor. Filmde tanıdığımız kızlar Ana, Maria ve Paula. Aralarında çok güzel, nahif bir çocuksuluk, derin bir dostluk var. Çılgın doğanın ortasında kendi başına kalmış, sefil bir yaşam içinde sevginin, yakınlığın ve çocuklar arası bağın çok hoş ayrıntılarla bezeli bir örneğini izliyoruz. Ama tabii saçları kesiliyor, erkek çocuğu gibi görünmeleri sağlanıyor. Kartelden korunmak için anneleri tarafından özenle ve bundan ötürü kaçınılmaz bir baskıyla saklanıyorlar.

Filmin belgesel gücü, bu köy ortamını ince ayrıntılarla ve güçlü bir sinematografiyle betimlemesinde. Ama bir anlatı olarak daha erdemli bir yanı da var. Kartelle ilgili olayların gelişimini kızların gözünden izliyoruz. Öyle ki güvenli ve huzurlu olmayan ortamın tüm baskısını onların perspektifinden hissedebilelim. Yönetmen kızların ruhsal durumlarını, içinde bulundukları ortamın yarattığı sorunları anlatırken köy yaşamının doğal araçlarına değinerek ilerliyor. Buradaki en büyük sorun eğitim. Çünkü böyle tehlikeli bir ortama öğretmen olarak kimse gelmek istemiyor. Bölük pörçük süren eğitimleri, devletin kabul ettiği diplomayla kolayca ve güvenli biçimde tamamlanamıyor. Filmde 6-7 yaşlarında gördüğümüz kızlar filmin ikinci yarısında 13 yaşında. Yani artık kaçırılabilecekleri yaşa geliyorlar. Bu kısımda yaşananlar ve final bölümü oldukça keskin ve can acıtıcı.

DUYARLI, DÜRÜST BİR ANLATIM

Köy üzerinde baskı kuran suç çetelerinin eylemlerini onların gözünden ve bir aksiyon sekansı biçiminde kurmayarak ve karakterlerin günlük yaşamdaki ayrıntılarına dair anekdotları işleyerek oluşturulan anlatım Yangın Gecesi’nin en etkileyici yanı. Sessiz sakin ilerleyen öykü, finale doğru keyfimizi kaçırsa da bize dünyanın çirkinliğine dair uyanık olmayı ve hepimizin selameti için bu erkek egemen sistemi tümüyle yıkmamız gerektiğini duyumsatıyor. Silahın, uyuşturucunun ve seksin egemen olduğu bir ‘güç’ dünyası bu. Bizden uzak diye düşünüp rahatlamanın âlemi de yok. Belki Meksika’daki gibi sert değil ama toplumsal yaşamın görece uygulanan kuralları arasına sinmiş şiddet ve iktidar kültürü her an yanı başımızda ve kapımızı ne zaman çalacağını bilmiyoruz. Ülkemiz özelinde düşünürsek siyasetin yönlendirdiği bir kadın ve ‘öteki’ düşmanlığının izin verdiği cinayetleri, dışlamaları ve psikolojik baskıyı bile söylememiz bizim de nasıl bir karanlık içinde yaşadığımızı anlatmaya yeter.

Film, bütün bu sefalet ve pisliğin kaynağını işaret edip gerisini seyirciye bırakıyor. Belgeselci bir tutumla izlediklerimizi sindirmemizi ve üzerine düşünmemizi arzuluyor. Yönetmen Tatiana Huzeo ve benzerlerinin çoğalacağı ve sanatsal, politik duruşlar sergileyerek erkek gücünü bertaraf edecekleri o günü heyecanla bekliyorum. Belki o zaman hiçbir ayrım olmadan hepimizin huzurla ve keyifle yaşayacağı bir dünya kurabiliriz.