2011 yapımı ‘Tinker Taylor Soldier Spy’da Tomas Alfredson, türün genel ön kabulleriyle fazlasıyla uyumsuz bir casus hikayesi anlatır.
Her krizin üstesinden gelen, yiğit, gözüpek, çapkın kahramandan, kanlı canlı, zaaflarla dolu, yaralanan, kanayan ve belki en önemlisi yaşadığı şizoid halden her ademin etkileneceği kadar etkilenmiş, hasar almış anti kahramana uzanan bir yelpaze netleşir böylece.
Pastel renklerin solduğu, belirsizlik ve yaşamsal tehditlerin griliğine teslim olmuş böylesi bir dünyada casus olmak, ‘Bond’ların ve ‘Bourne’ların uzun yıllar hüküm sürdüğü ana akım hikayelerden belirgin farklar içeriyordu. - Gerçi bu iki karakter de ‘Nolan Effect’ sebebiyle sertleşip göreli karanlık formlarda boy gösterdi son öykülerinde - Yine de sınırlar bellidir. Anglo sakson, beyaz, erkek kahraman, tüm dünyayı tehdit eden kötülüğü eninde sonunda bertaraf eder, MI6 yahut CIA de hikaye boyunca yapısal olmayan sapma ve hatalardan ötürü eleştiri konusu edilse de en nihayet muzaffer olurlar.
Diyelim ki; Bond ve Bourne serisi ile - kuşkusuz Tom Cruise sayesinde uluslararası bir fenomene dönüşen - Görevimiz Tehlike filmleri yelpazenin bir tarafını (Serinin Brian de Palma imzalı ilk filmini hayırla yad etmek gerekir), TTSS ve ‘Homeland’ gibi varoluşsal krizlere, yaşama dair daha yalın ve gerçek kesitlere bakan yapımlar da diğer tarafını temsil ediyor. Bu skalada en iyi film oscarlı ‘Argo’nun tüm çekiciliğine karşın birinci, Daniel Craig’li ilk Bond filmi ‘Casino Royal’in ise ikinci kategoriye yakın filmler olması, sosyopolitik koşullar ile sinema ilişkisine dair hoş bir kafa karışıklığına neden olabilir. Yani casus filmleri arasında da bir çok farklı ‘Batman’ bulunuyor aslında.
Malum dünya ahvali karışık. ABD ultra zengin çizgi roman kötüsü Trump liderliğinde, ‘Lex Luthor’yen bir karikatüre evirilirken, aşırı sağın, Rusya tehdidinin ve birlik değerlerinin sorgulanmasının tazyiği altındaki Avrupa ise giderek daha sık dillendirilen bir büyük savaş ihtimaliyle tedirgin. Bunun sinema / dizi evrenine bir yansıması da casusların yeniden ve çok sayıda hikayenin baş kahramanına dönüşmesi oldu. Son aylarda birbiri ardına, çeşitli kalibrelerde casus hikayeleri izleme imkanı buldu türün meraklıları. Hikaye gücü, derinliği, teknik yapısı, oyunculukları ve türe göreli farklı pencerelerden bakmak isteyen eğilimleriyle öne çıkan yapımlar üzerine bir kaç not…
Black Doves: Netflix’in Joe Barton imzalı dizisi, başroldeki Keira Knightley ile Ben Whishaw ikilisinin keyif veren uyumu ile kalabalıktan sıyrılmayı başarıyor. Dizinin aksiyonu inandırıcı ve yüksek temposu ilgi çekici. Ancak hikaye bu avantajlarını fazla mekanik ve tekdüze bir finalle bir parça heba ediyor bana göre. Yine de ikinci sezonun geleceğine dair güçlü işaretler var.
Slow Horses: İsmi kızağa çekilen ajanlar için kullanılan bir tabirden ileri gelen yapımın ağır topu elbette Gary Oldman. Mick Harron’un aynı adlı romanından Apple Tv için uyarlanan dizi, geçtiğimiz günlerde beşinci sezon için onay aldı. ‘Gözden çıkarılmış casuslar’ gibi iyi bir fikre ve Kristin Scott Thomas ile Gary Oldman’ın karşılıklı dansından kaynaklı bir çekim gücüne sahip olan dizi, her sezon daha iyiye giden, gerilim ve tehdit dozu artan, kararan hikayesiyle de bir şansı hak ediyor. İlk sezonda karşımıza çıkan Olivia Cook’un sınırlı varlığı da hoş bir sürpriz.
The Day of the Jackal: Oscarlı Eddie Redmayne, acımasız bir kiralık katile, Lashana Lynch ise onu yakalamak için Avrupa’nın altını üstüne getiren bir istihbaratçıya can veriyor. Frederick Forsyth’in aynı adlı romanından ve 1973 yapımı kült filmden ilham alan dizi, yazının ilk bölümünde bahsettiğim yelpaze düşünüldüğünde iki uca da savrulabilen bir görüntü verse de telaşı ve gerginliğiyle yüksek bir seyir zevki sunuyor. Naif ve karılgan rollerde görmeye alıştığımız Redmayne, duygusuz tekikçi Çakal rolünde hiç de fena değil üstelik.
The Agency: İleride Showtime’ın en iyileri arasında anılmasına kesin gözüyle baktığım hikaye aslında yüksek geriliminin ardında tek bir soruya odaklanıyor; ‘Yalanla dolu, birden fazla karaktere bürünerek yaşamak zorunda kalınan bir hayat gerçek bir insana ne yapar?’ The Agency, aksiyonu ve bölümden bölüme artarak insanı boğazlayan eski usül gerilimiyle olduğu kadar, bu soruyu yanıtlarken gösterdiği maharet ile de benzerlerinden ayrı bir yerde duruyor. Uzun süreli görevlerde yıllarca sahte kimlikle yaşayan istihbarat ajanı rolünde Michael Fassbender, olgunluk çağında efsane oyuncuların ligine talip olacağını bir kere daha kanıtlıyor. Soğuk Savaş atmosferiyle günümüzün sosyo-politik fonunu ustaca iç içe geçiren senaryo, tüm gel gitleri, korkuları ve başarısızlıklarıyla ele aldığı ‘Martian’ karakterini somutlaştırmayı, ete kemiğe büründürmeyi başarıyor. Jack White’ın ‘Love is Blindness’ performansı için hiçbir bölümde giriş jeneriğini atlayamadığımı da not etmeliyim.
Velhasıl casuslar fink atıyor deyim yerindeyse. İstihbarat örgütlerinin öneminin ve ağırlığının artacağı yakın gelecekte perdede, ekranda daha çok casusluk hikayesiyle karşılaşacağımız anlaşılıyor. Gerçeğe yakınlaşıp, derin katmanlar üzerine düşünen hikayelerin, ‘Bond’un yahut ‘Hunt’ın burnu kanamaz küstahlıklarına daha çok galebe çalmasını dilerim.
Unutmamalı;
The Day of the Jackal / 1973 / Fred Zinnemann
Mission Impossible / 1996 / Brian De Palma
Munich / 2005 / Steven Spielberg
Syriyana / 2005 / Stephen Gaghan
Tinker Tailor Soldier Spy / 2011 / Tomas Alfredson