Öyle çünkü tıpkı Kırmızıgül’ün yaptığı gibi Brady Corbet de her biri onlarca filme konu olabilecek birden fazla tema üzerine hemen hiçbir şey söylemeden 3 saat 35 dakikayı yele veriyor.
Göç, mültecilik, sınırlar, soykırım, travma, sanatçının varoluş sorunları, kapitalizm ile sanat ilişkisi gibi duraklara uğruyor The Brutalist. Ancak, hiçbir güzelliği doyunca yaşamaya imkan bırakmadan yola devam etmek zorunda bırakan turizm şirketlerinin aceleciliğiyle yapıyor bunu. Birkaç güzel fotoğraf çekebiliyor izleyici yalnız ve hepsi bu.
The Brutalist’te Holokost’tan sağ kurtulmayı başaran Yahudi mimar Laszlo Toht’un yeni bir hayat için Amerika’ya göçmesiyle başlayan 33 yıllık bir döneme tanıklık ediyoruz. Afişteki ters Özgürlük Heykeli’nin de fısıldadığı gibi hayal kırıklığı ve kesif yoksulluk ile başlayan, aşağılanma ve horgörüyle süren fırsatlar ülkesi yolculuğu, Toht’un sanatından çok etkilenmiş gibi görünen ultra zengin Harrison Lee Van Buren’ın hikayeye dahliyle başka bir veçheye bürünüyor. Van Buren, Toht’a büyük bir sipariş ve reddedemeyeceği bir teklifle geliyor. Teklifi kabul eden Toht, gerçek Amerikan rüyasını nihayet yaşamaya başlıyor. Dizginlenemez hırs, bol para ve üzerine bir de uyuşturucu bağımlılığı.
‘Brutalist’, Fransızca brutal / beton kelimesinden türetilen ve 2. Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşan bir mimari akıma verilen isim. Neredeyse tamamen yok olmuş kıta Avrupa’sında, 1950’lerden itibaren sıkça kullanılan bu mimari yönelim, zor yıllara vurgu yaparcasına sert açılar, geometrik izdüşümler ve sıvasız / boyasız betonarme dış cepheyle tanımlanıyor. Filmin bütünüyle bir inşaat metaforundan ibaret oluşu şaşırtıcı değil birçok açıdan. Laszlo Toht’un Amerika’daki ilk yılında radyodan İsrail Devleti’nin ilan edilişini dinlediğini görüyoruz. Bu ilan ile bir ülke ve bir kimse, ‘yaşam mücadelesi’ ortak paydasında buluşuyor. Birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olsalar da ‘yabancı’ların zulmüne direnç göstermekte, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmakta ve er geç, gerektiğinde en az yabancılar kadar kayıtsız ve sert olmakta ortaklaşıyorlar. Birlikte büyüyüp, birlikte güçleniyorlar.
Bu bağı ve inşa olunan yeni hayat metaforunu bütün öyküde tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Zaten bundan başka çok az düşünce ve duyguya temas etmesi filmin temel kusuru. Uzaklardaki ev; İsrail öykünün kıyısından, tek seçeneğe dönüşerek merkeze doğru yaklaştıkça, bu kadar gürültü, ‘bize bizden başka dost yok’ düsturu için mi çıkarıldı diye düşünmeden edemedim. Sanatçının sancısını da parayla sınanmış ve oldukça hırpalanmış onurunu da ABD’nin imansız ve açgözlü kapitalistlerinin açtığı yaraları da hepsini de tamir edecek olan uzaktaki vatan; İsrail.
The Brutalist, gerçekten ABD basınında iddia edildiği gibi ‘büyük’ bir film olsaydı, girdiği odalarda, uğradığı duraklarda daha derinlikli gözlemler yapma yoluna giderdi. Belki böylece, sanatsal yönelimin, bazı durumlarda akıl dışı bir ölümsüzlük arayışıyla yan yana gelişi üzerine kafa yorabilirdik. Belki böylece, akıl almaz acılar çekmiş insanların dahi nasıl olup da eski ‘efendi’lerine benzediklerini sorabilirdik. Belki böylece göçmen / mülteci olmanın ‘öteki’liğin en sancılı formu olduğunu hatırlayabilirdik.
Belki böylece -yine- bir Holokost mağdurunun değil, soykırıma uğrayan yoksul bir halkın üzerine de düşünme fırsatımız olurdu. Çünkü bu; Holokost üzerine düşünen, söyleyen, yazan üreten herkesin Filistin’e borcudur gibi geliyor bana.
The Brutalist, çoğu türdeşi gibi bu borcu ödemeye yanaşmayan bir hikaye inşa ediyor. Çocukça bir geçiştirme ve beton gibi bir kayıtsızlıkla!