Önce Cannes’da Altın Palmiye’yi, sonra da Oscar’ı kucaklayarak gezegende bunu yapabilen çok az filmden biri olmayı Başardı ‘Anora’. Sean Baker’ın, ‘Pretty Woman’ ile ‘Snatch’ arasında gezinen eğlenceli ve dokunaklı hikayesi, aday olduğu altı kategoriden beşini (film, yönetmen, kadın oyuncu, özgün senaryo, kurgu) kazandı.

Üstelik bunu ‘Conclave’ ve ‘The Brutalist’ gibi iki torpilli, iki arkası sağlam senaryonun arasından sıyrılarak başardı. ‘Holokost’u ve ‘Katolik Kilise’sini aynı anda hezimete uğratmak, üstelik bunu 5 milyon dolar bütçe, çok bilinmeyen oyuncu grubu ve riskli bir kurguyla yapmak, gerçekten takdiri hak ediyor.

Brooklyn’de yaşayan seks işçisi Anora Mikheeva’nın hayatı, yeni tanıştığı Rus bir milyarderin oğlu sayesinde sonsuza kadar değişmek üzere. Şiddetli bir hızla gelişen aşk, iki karakterin de gerçeğe körleşmesine yol açacak ve evlenmeye karar verecekler. Ancak bu birlikteliğin önünde, Hulusi Kentmen’in finalde aşka hürmeti yüzünden gelişmeleri kabul eden sert ‘baba’sından biraz daha fazlası var!

Hem Türk hem de dünya sinemasında örneği sık görülen bir temanın etrafında dolaşarak başlayan öykü, yüksek perdeden ve karnavalesk bir kaosa kavuşuyor orta bölümde; filmin de en etkileyici anlarına burada tanıklık ediyoruz. Dozunda bir şiddet, iyi mizah, kaygısız bir gerilim ve dokunaklı bir final. 

Yönetmen Sean Baker, özellikle 2017 yapımı ‘The Florida Project’ ile sinemaseverin dikkatini çeken, yetenekli ve iyi bir hikaye anlatıcısı. Senayosunu da yazdığı Anora’da oldukça etkileyici bir düzeye eriştirdiği görsel seviye, önceki filmlerinde verdiği vaatleri yerine getirdiği anlamına da geliyor. Yumuşak pastel renkler, hızla değişen ama içsel tutarlılığını yitirmeden öyküyü besleyen sekanslar ve bir biçimde sulhe ulaşacağımızı düşündüren bir hafiflik. 

Gelgelelim Anora’nın ahenkli biçimsel / teknik tercihleri, yüzeyin hemen altında bir yerde konumlanan ve katiyen daha derine inmeyen, inmek istemeyen hikaye tercihleriyle bir parça gölgeleniyor bana kalırsa. Buna fırsatı olduğu zamanlarda dahi, ‘evlilik’ ve ‘ahlak’ gibi dipsiz kuyuları yoklamaktan usulca kaçınıyor gibi Baker. Yine de yönetmenin bu tutumu, filmin yüksek temposu ve keskin sekanslarla akan işlek hikayesini dönülmez biçimde sakatlamıyor. 

Öykünün yer yer yalpalasa da sürekli yüksek seyretmesinin önemli bir nedeni de Mikey Madison elbette. Ani’nin kırılganlığını ve gücünü, geride bırakmayı umduğu hayatı ve yaşamayı beklediği gelecekten duyduğu heyecanı, hayal kırıklığını ve öfkesini, usta oyuncuları anımsatır bir performansla gerçek kılıyor Madison. 97. Oscar’ın en hak edilmiş ödülü olarak anımsanacağını sanıyorum.

İyi bir film Anora. ‘Romantik Komedi’ türüne zarif bir metalcinin dokunuşu gibi. Ancak hikaye boyunca tanık olduğumuz hadiselerin, aslında göreli geniş imkanlarla kotarılmış bir Yeşilçam anlatısına yaslandığını fark etmesem ya da Ani ile ultra zengin ve şımarık kocası arasındaki ilişkide cayır cayır bağıran sınıfsal aks hakkında biraz daha konuşulsa, benim için de ‘En İyi Film’ olabilirdi.

Unutmamalı

Belle de Jour / 1967 / Luis Bunuel
Pretty Woman / 1990 / Rob Marshall
True Romance / 1993 / Tony Scott
Snatch / 2000 / Guy Ritchie