"Başım dönüyor ikimizden"
Edip Cansever
Ihlamur gibi inceden ve okşarcasına yağıyordu yağmur karanfil caddesine. Belli ki geceden örülmüştü uzun kumral saçların. Gözlerin... Dayanamadın bakışlarının uçurumuna atladım. Kum tanecikleri gibi savrulduk sonsuzlukta ta ki, emekçilerin ellerinin heykeli altında şiir gibi bir açlığa başlayana dek. İşte elma parçacıklarım demiştim. Kendimi büyük bir şarap denizi gibi görürdüm hep. sen düştüğünde dalgalarım duruldu, bir flamenko tadı belirdi ağzımda. Deniz altımın portakal bahçeleri kavuştu elmalarına. Şimdi demleyebilirdi hayat bizi. Tarihin gördüğü en güzel sangria olacaktık çünkü.
Seni doğurmak kağıda, söze ne anlatılmaz sancıdır. Üstelik tapmadan sana ve yarattığın duygunun kendisine. Öyle dünyadan sıyrılıp da değil hani, görüp çevrendekileri, yıkılan ağaçları, üzerine gelen erozyonu, senin için belki de senden ayrı kalıp seli durdurmanın ne demek olduğunu. Ne uzun cümle bu. Hava kararıyor, insanların yüzünde asma kilitler, yeni dünyanın gökdelen duvarları, gözleri ışıklı ibadet tahtalarında yürüyorlar. O ibadet tahtaları incelenmeli, kendini şekilden şekile sokan insanların bu tür değişimi ıssızlaştırıyor hepimizi. Caddelerin ölü kedileri. Otobanda iğdiş edilmiş bir köpek gibi, parçalanmış bedenimizle ağıtlar yakıyoruz giden ruhumuzun ardından ve sonra sevip okşuyoruz kendimizi o meymenetsiz ibadet tahtalarından. İnandıklarımızın biçimi değişiyor. Gülüşlerimiz, ilk heyecanlarımız, birbirimize o ilk dokunuştaki tanrısal his berbat bir küfre dönüşüyor.
O açlığın heykelinin altında, emekçi elleri gibi düşünmüştüm gece boyu seni. Karşıdaki ışıksız binalardan gülmüştün bana hep. Yıldızlarla konuşmam ve Oğuz Atay'ı dert edinmem ilk o gece başlamıştı belki. Ah romantizmin üst insan seviciliği. Öldürdüm onu. Baktım romantizme dair can çekişen ne varsa çıkartınca hayatımdan berrak bir sen kaldın. Öyle işlemesiz bir sevgi. Fabrikaya hiç girmemiş, daha el değmemiş bir ormanın yamacında, duru bir duygu. Yaprakların arasından sızan ışıktaki gibi cıvıltılı bir serinlik. Korna seslerine kurban ettiğimiz, abartılı öfkelerimiz ve ezberlenmiş sevmelerin kurşuna dizildiği yer. Karla kaplı dağların arasında durgun nehir.
Birbirlerini döverek anlamsız bir öyküye dönüşen kelimelerin ıstırabı kaplarken dünyayı, cephelerden topladığımız uzun cümlelerin ağıtlarını analara nasıl anlatacağız. Bak sırf bakışlarından yola çıkarak hangi dayanılmaz acıları yok etmeye çalışıyorum gözlerimdeki bulutlarla. Şimdi anlamsız şarkıların devri. Sıradanlığı öldürmek yine sıradan bir yaşamın güzellemesi ile mümkün değil mi? Aziz Nesin'in Tülsüleri öldürülürken sokaklarda ve haber bültenleri tekrara düşerken, onların kurtarıcısı olmaya soyunmuşlar kumdan kaleler inşa ederken ne anlatmalı bize kutsal söz. Şarkıların kanlı melodilerinden sıyrılıp gelen, dolmuşun en arkasında güvercin tedirginliğinde beklerken, hangi haykırışımız eksik bırakır sokakta yürüyeni.
Dönüştürmek dedi, yokuşu çıkarken yorulan kadını. Çıktığında yokuşu dönüşmek isteyenleri yok etti bir bir. Birlikte yürüdüğümüz insanlara uyguladığımız adaletsizliği hangi aşk serüvencisi, anlatabilir?
Islandım. Sihirli kelimeler geçti üstümden. Saçlarımdan elbiseme şelale oldu yağmur. Kurtuluş Parkı’nda buz tutmuş suların üstündeki bir köprü de dertleştim seninle. Yanımda bir ay bir de konyak vardı. Konyak şimdi kapatılmış olan fabrikadan.
Dans ederek geçtim kahkahaların arasından, çok düştüm tabi, az da olsa kalktım yeniden ayağa. Gülünç olmanın anlamını sorguladım mısralarda. Hep doğruyu yaptım demedim ama inandığımı, kendimi ikna ettiğimi yaptım. Ve seni buldum. Yetmez mi?
Aşk üzerine bir yazı yazacaksam, sen olmadan nasıl yazabilirdim o yazıyı.
Kazan'da biraz bulaştım alkole, Şairler parkında hafif çakır keyiftim. Ayıplayan bakışlar da savruldu otobüs camlarından ağaçlı yolda yürürken ve kimi dostlarım şaşkınlıkla izlediler çoğu zaman. Beşiktaş'ı sevdiğim gibi sevdim seni. Öyle gerçek. Camların buğulandığında, kumsaldan çekildiğinde deniz adına yazmak için duyduğum çocukça bir heyecan gibi.
O zaman ne dedim ben şimdi tüm yazı boyunca okuyana, seni anlatmanın dışında. Kapat televizyonu demek kolay. Kır o elindeki telefonu, tableti demek kolay. Yok, kardeşim onlar olsun hayatında. Ama bak kitap raflarından sana bakıyor Turgut uyar, hele bir dur Çevir kafanı denize. İzmir'desin bak, Karataş var iki adım ileride. Asansörün üstüne çık ara sokaklarında kaybol, Agoranın kalbine yürü, Basmane karakolundan sonraki sağa kıvrıl bir kaç dükkan sonra "hayyam" karşılayacak seni. Hayyam olur mu tek başına hiç, Müzeyyen Senar, Zeki Müren hep beraberler. Sarhoşluğunu, gerçeklere teslim et sabah. Emin ol aşkı bulacaksın KHK ile atılan öğretmenlerin basın açıklamasında. Bir bakacaksın "hayır" diyenlerle kol kola yürürken tarifsiz bir mutluluk kaplamış içine.
Yine de hoşlanmıyorum emir kipli önerilerden. Martılara bakmak kordonda biraz daha hayalci yapıyor beni. Yaşadığın şeyi biçimi ve yetiştiğin koşullar belirlemez mi seni? "yaşamımızı oluşturan bilincimiz değil, bilincimizi oluşturan yaşamımızdır" derken belki de tam da bunu anlatmış Marks. Oyun hamurlarımızdan huzur yapmaya çalışmak, yapaylığın çağında kurşun asker olmaktan öte bir şey değil. İyisi mi konuşacaksan aşk üstüne illa kadehimiz beyaza dönsün, Hayyam'da olmasa da Alsancak’ta bir meyhanede. Çok içince türkü söyler Uğur. Bakarsın sesimizde kaybolmuş çağlar boyunca tüm yaşanmış aşklar. Sen söylersin "senede bir gün", ben söylerim "Gamzedeyim deva bulmam". Barikatların arkasında daha iyi bir güne uyanırız belki de. Öyle umutsuzluk yok madem çok güzel günleri bağlamışız düşümüze, "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk"