Hayatımıza girdiği günden bu yana sinema kentle, kent olgusuyla daima yakın bir ilişki kurdu. Üstelik tek taraflı da değil bu. Modern dünyanın en etkili kitle iletişim araçlarından biri olarak siyasete, toplumsal ilişkilere, gündelik yaşama, dünyaya bakışımıza yön verirken elbette devletler ve kentler de ondan hemen her biçimde faydalandı.
SİNEMASAL KENT İMGELERİ
Pek çok kentin sinemayla derinden özdeşleştiği de malum. Gitme şansı (ve imkânı) bulamadığımız nice kenti sinema sayesinde tanımadık mı? Paris’i, Venedik’i, Roma’yı, New York’u, Londra’yı hatta İstanbul’u ve kendine has imgeler taşıyan onlarca şehri çoğumuz filmler yoluyla gördük. Sinemanın ele aldığı kentlere has imaj ve anlamlar üreterek, o kentlere dair bambaşka bir kültür yarattığını, bir tür merak ve özlem duygusu uyandırdığını söyleyebiliriz sanırım. Böyle bir cazibenin çekimine kapılmamak mümkün mü?
Tabii sinemada kentler, bir yandan bir düşlem dünyası yaratırken bir yanıyla insan olarak kentle ve yaşamla kurduğumuz bağı sorgulamayı da getirdi. Özellikle toplumsal adalet, huzur ve uygarlık meseleleri açısından filmlerin eleştirel öykülerle resmettikleri kent panoramaları, modernleşmenin yarattığı sorunlara çözüm arama duygusunu da seyirciye aktardı. Federico Fellini’nin karnavalesk Roma’sını, Woody Allen’ın komik ve çoğunlukla ironik, modern, kentli insan ilişkilerine mekân olan New York’unu, giderek tüm bir Balkan coğrafyasını filmleriyle adeta bir şiire dönüştüren Theo Angelopoulos’u, Yeni Dalga akımı yönetmenlerinin pek çok yüzü ve biçimiyle sunduğu Paris’i ve bizim sinemamızda özellikle de toplumsal hareketlerin yoğun olduğu 60’lar ve 70’ler boyunca sayısız yönetmenin neredeyse ortak bir düşünüşle, büyük bir iç-göç imgesi ve kozmopolit bir varlık olarak ele aldıkları İstanbul’u böylece bambaşka bir gözle izledik, kent dediğimiz meseleye romantik bakıştan sıyrılarak daha derin bir yerden bakmayı denedik.
SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ
KENT ÜZERİNE DÜŞÜNMEK
Bu romantik bakış sinemanın görkemli günlerinde daha belirgindi elbette. Görsel ürünlere ulaşmak başlı başına bir sorundu ve mekânın ruhuna kapılıp gitmek, orayla ilgili hayaller kurmak çok kolaydı ama gerçekleştirmek zordu. Belki dijital çağın getirdiği olanaklarla birlikte dünyanın her noktasına çok daha hızlı ve etkili biçimde ulaşabiliyoruz, bu yüzden de sinemanın altın çağlarında yaşadığımız mekân nostaljisinden uzaklaşmış gibiyiz ama yine de filmsel anlatıların kentleri sunma biçimi hâlâ büyüleyici ve filmlerin hâlâ kent üzerine düşünecek, toplumsal yaşama değgin konuları tartışmaya açabilecek gücü var. Hatta içinde bulunduğumuz hızlı tüketim kültüründe bu, her zamankinden daha yoğun biçimde gereksinim duyduğumuz bir şey.
KALICI BİR SİNEMA KÜLTÜRÜ İÇİN
Sinemanın bu gücü, etkisini yitirmiş değil. Bu açıdan kentlerin de sinemayla kurduğu ilişki çok önemli. Ekonomik, siyasi, sosyal bir yığın sorunla mücadele eden dünyada sinema üretimi ve bunun kitlelere doğru biçimde ulaştırılması, hem ulusal hem de yerel ölçekte toplumsal gelişmeyi besliyor, diyalog kurulmasını sağlayarak gündelik yaşam sorunlarının çözülmesine etki ediyor. Film üretimini destekleyen, etkili bir tartışma ve tüketim ortamını gerçekleştiren festivaller bu konuda gerçekten çok önemli. Cannes, Toronto, Berlin, Venedik gibi son derece prestijli festivalleri düşününce filmsel üretimin bir kentin kitleler üzerinde yarattığı imajı nasıl oluşturduğunu anlamak da kolaylaşıyor. Tabii büyük bir endüstri olarak sinema öncelikle küresel çapta ekonomiye bağlı ve bu beklentilere göre hareket etmek durumunda fakat yine de değerli ve kalıcı festivaller yardımıyla kentlerin daha doğru adımlar atarak geliştiği, dünyanın kalanıyla diyalog hâlinde olduğu bir kültür sanat ortamını sağlayabilir. Yerel seslerin kendini duyurduğu, özgün içeriklerin üretildiği böyle bir ortamın sürdürülebilir olması da çok önemli. Bu anlamda sinemanın üretim koşullarını destekleyen, kentle kurulan bağı sanatsal üretim araçlarıyla ifade edecek gençlere alan açan bir vizyonla sinema-kent ilişkisi üzerine yatırım yapmak, kent yönetimlerinin öncelikli sorumluluklardan biri. Ülkemiz bu anlamda Avrupa’nın gerisinde kalsa da her şeye rağmen olumlu adımlar da atılıyor. İzmir de son yıllarda, hem kültürel ve coğrafi potansiyeli hem de insan faktörüyle sinema endüstrisindeki yerini sağlamlaştırmak, filmsel üretimin merkezlerinden biri olmak adına çalışmalar yürütüyor. Roma’daki Cinecitta, Kaliforniya’daki Hollywood gibi çok büyük hedeflere ulaşmak da mümkün. Yeter ki kent ve sinema adına herkesin bilinçli, istikrarlı ve egosuz çalışmaları ortak bir paydada buluşsun. Ve sonunda hem kent hem halk hem de sinema kazansın.
SİNEMA KÜTÜPHANESİ
Sinema-kent ilişkisine kısaca değinmişken haftanın kitabı da konuya uygun olsun. Kent üzerine akademik çalışmalarıyla tanınan Mehmet Öztürk’ün titizlikle hazırladığı “Sine-masal Kentler” filmlerden yola çıkarak kent kültürünü inceleyen, tarihsel bir olgu olarak kentin kuruluşundan modern dünyanın sunduğu olanaklara kadar kent imgesinin toplumsal bellekteki yerine bakan keyifli ve ufuk açıcı bir okuma deneyimi sunuyor. Özellikle yirminci yüzyılda yaşamımızı derinden etkileyen büyük dönüşümlerden geçen kentler, sanatsal anlatılarda kendilerine nasıl yer buluyor, karşılıklı etkileşim içinde filmler ve kentler ne tür kültürel olgular üretiyor? Mehmet Öztürk, son yüzyılın yaşamımıza damga vurmuş büyük kentlerinin sosyal tarihine bakıyor ve okuru keyifli bir kuramsal metin içinde dolaştırarak bu soruların yanıtlarını bulmak için sinemaya mal olmuş efsanevi filmleri inceliyor. Konuya ilgi duyuyorsanız mutlaka inceleyin derim. Yapıt ilk basımını Don Kişot Yayınları’nda 2005’te yapmıştı. Yeni basımları Doğu Kitabevi bünyesinde çıktı. Eski kitapçılardan ulaşmanız mümkün.
SİNE-HABER
İZMİR’DE FİLM VE MÜZİK YENİDEN BULUŞUYOR
Sinema işitsel lezzetleri de seyirciye doyasıya yaşatan bir sanat dalı. Diyaloglar, mekânların gerçek sesleri ve her türlü ses efekti dışında bir filmin o özel dünyasına bizi yolculayan en güzel unsurlardan biri de kuşkusuz müzik. Sinema tarihi, müziğiyle de belleğimize kazınmış nice cevherle dolu. Örneğin, Baba’nın, İyi Kötü ve Çirkin’in, Singing in the Rain’in, Canım Kardeşim’in, HababamSınıfı’nın, Cennet Sineması’nın ve saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok filmin o tanıdık ezgileri olmasaydı bu filmlere yine bu kadar güçlü duygularla bağlanır mıydık?
İzmir’de geçen yıl ilk kez düzenlenen Uluslararası Film ve Müzik Festivali, tam da bu duygudan hareketle, sinemanın ayrılmaz bir parçası olan müziğin ruhuna değen bir şenliğe dönüşüyor. Vecdi Sayar’ın yürütücülüğünde gerçekleştirilen festival İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin de kültür sanat çalışmaları içinde sinemaya verdiği önemin bir yansıması. Geçen yıl salgın koşullarından kurtulmaya çalışan bir kent ortamında filizlenen ve hazırlıkları ve tanıtımı son anlara kaldığı için uzun ömürlü olup olmayacağı konusunda sinemaseverleri endişelendiren festival, bu yıl daha güçlü bir organizasyonla daha geniş bir alanda gösterimler düzenleyerek kent-sinema ilişkisine verimli bir katkı sunacak gibi görünüyor. Geçen yıl başlatılan onur ödüllerinde bu yıl çok değerli iki isim var: Biri dünya sinemasına büyük usta Krzystof Kieslowski’nin efsane filmlerine yaptığı eşsiz bestelerle belleğimizi süsleyen Zbigniew Priesner, diğeri sanatın her kolunda nitelikli ürünlerle karşımıza çıkan ve özellikle bir dönem Türk sinemasına unutulmaz melodiler armağan eden Zülfü Livaneli.
Festival son derece keyifli bir konserle, Zülfü Livaneli’nin film müziklerinden oluşan performanslarla 10 Haziran akşamı açılacak. Dokuz gün boyunca yaklaşık 120 uzun filmle zengin bir program sunacak. Festival programı bu satırların yazıldığı gün henüz açıklanmadı, (*) fakat dünya sinemasının saygın isimlerinden nefis filmler bizi bekliyor. Ustalara Saygı bölümünde Alexandre Desplat’nın müziklerini yaptığı filmlere ve Carlos Saura sinemasına, Anılarına adlı bölümde Metin Bükey, Nino Rota ve Mikis Theodorakis’in imzaladığı sinema klasiklerine yer verilecek. Ayrıca farklı başlıklar altında kısa film ve belgeseller de programda yer alacak. Bununla birlikte başvuruları geçen hafta sonlanan bir müzik konulu bir kısa film proje yarışması da yürütülüyor. Yarışmada seçilen ve belediyenin desteğiyle üretilen filmler sonraki festival programında özel bir bölümde karşımıza çıkacak.
Film gösterimleri Karaca Sineması, Fransız Kültür Merkezi, Fuar Açıkhava, İzmir Sanat, Mavi Bahçe gibi farklı mekânlarda gerçekleşecek. Ayrıca atölyeler, söyleşiler ve konserler de etkinlikler içinde yer alıyor. Hafta başında festivalin tanıtımı için düzenlenen basın toplantısında Tunç Soyer, İzmir ve sinema ilişkisi üzerine açıklamalarda bulunuş, üç yıldır hayalini kurdukları çalışmaları adım adım gerçekleştirdiklerini söylemişti. Bunlar arasında başı İzmir Sinema Ofisi çekiyor. Son iki yılda 54 farklı filmin İzmir’de çekilmesini sağlayan, bu filmlere çeşitli destekler sunan Sinema Ofisi’nin yarattığı sinerjiyle çok daha güçlü biçimde İzmir’in sinema sanatına ev sahipliği yapan bir konuma yükseleceğini umuyoruz. Uluslararası Film ve Müzik Festivali de bu uzun yolculukta atılmış değerli adımlardan biri. Festival direktörü Vecdi Sayar bahsettiğim toplantıda, önümüzdeki yıllarda festivalin giderek büyüyeceğini, İzmir’i de sinema alanında bir marka kente dönüştürmek açısından değerli bir işlev göreceğini belirtti. Film ve müzik ilişkisini oldukça önemseyen bir sinemasever olarak festivalin doğru uygulamalar, nokta atışı etkinlikler ve ortak üretimle, özellikle de genç sanatçı ve araştırmacıların katılımına izin vererek çok daha iyi aşamalara geleceğini düşünüyorum. 10 Haziran’da başlayacak gösterimler ve etkinlikler dilerim bu konudaki coşkuyu sürdürür ve kent belleğinde kendine özel bir yer edinir.
__________
(*) Siz bu satırları okurken etkinlik programı muhtemelen açıklanmış olacak, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat sayfasından ya da festivalin sosyal medya hesaplarından içerikleri kontrol edebilirsiniz.