Yaşadığımız dönemde ve özellikle yaşadığımız memlekette sevginin lafı çok kendisi ise pek yok!
Alışkanlıklar, çıkar bağları, bağımlılıklar, toplumsal beklentiler “sevgi” adı altında yaftalanıyor. Yaşam kavgasının ve egemen ideolojinin etkileriyle, benzetme yerindeyse, sevgi salgılayan bezlerimiz dumura uğramış. Ama gene de bazıları sevebiliyormuş gibi davranıyor.
Birazcık zorlayınca o bölgenin çoktan kurumuş olduğunu keşfediyorsunuz. Varsa yok “ben” sevgisi, vıcık vıcık ego-mani.
Bu türden insanların çoğunda kendi hayvanlarına duydukları sevgi dışında bir sevgi yok. Bunu kendilerine duydukları sevginin bir uzantısı olarak görüp küçümseyebilirsiniz. Ben öyle yapmıyorum. Bunu bile bir artı olarak görüyorum. Bu gibi insanlar sevgi diye bir duygu olduğunu bu sayede anlıyor ya da anımsıyorlar.
Çünkü hayvanlara duyulan sevgi o battal olmuş sevgi bezlerini hareket geçiriyor. Karşıdaki koltukta çöreklenmiş, gözlerini kısıp açarak sizi süzen kedi, ya da durup dururken kolunuzu yalayan köpek nasıl sıcak duygularla doldurabiliyor içinizi.
Türler arasında gidip gelen sevgi dalgaları… Bence bu doğadaki en saf sevgilerden biridir. Bilmeyenler, yaşamamış olanlar bunu anlayamazlar. Onlara ancak üzülünebilir. Noksanlığının telafisi yoktur.
Uyutma ya da itlaf
Tüm bunları son günlerde iyice alevlenmiş olan sokak köpekleri tartışması bağlamında yazıyorum. “Sahipsiz köpekleri ne yapmalı?” sorusuna “uyutma”” seçeneğiyle yanıt verilmesi gerçek hayvan severleri dehşete düşürüyor. Eskiden “uyutma” değil, “itlaf” denirdi. Kimsenin sesi de çıkmazdı.
Ama belli ki son 30-40 yıl içinde Türk toplumu çok değişmiş. Bu değişimin olumlu yanları olduğu gibi olumsuz yanları da var. Hayvan sevgisinin yükselmesi en azından sevgi bezlerini çalıştırması açısından olumlu! Ancak bu sevgini ardındaki sosyolojik ve psikolojik sorunları da akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Uygar” ölçütlere, kurumlara ve çarelere ihtiyaç var.
Ne olursa olsun “itlaf”ın kelimesi kadar kavramı da zihinlerden düşmeli. Artık, köpekler o anlamda sahipsiz değil.
İstanbul değil Ketztanbul
Türkiye böyle zor sorunlara mucizevi çözümler bulmakla öğünür. Örneğin “gecekondu” kurumu kırdan kente büyük göçün çok daha ağır toplumsal sorunlara yol açmasını engellediği öne sürülmüştür… Sanayileşme ve kentleşmede geç kalmış bir toplum için doğrudur.
İstanbul’un son 20 yıldır Batı’da “Catstanbul” adıyla tanınmaya başlanması kentsel ortamda hayvanlarla insanlar arasında nasıl bir dayanışma oluşabileceğinin örneği olarak gösterilebilir. Gün geçmiyor ki yabancı gazetelerde ve televizyonlarda Catstanbul hakkında bir haber ya da film çıkmasın. Küçük çocuklar, insanları kadar kedilerini de görmek istiyorlar İstanbul’un!
Eskiden de köpekleriyle ünlüydü kocakent. 19. Yüzyıl’da İstanbul’u ziyaret eden ünlü Amerikan yazarları Herman Melville ve Mark Twain sürüler halinde gezen köpekleri hayretle anlatırlar. Bunların çoğu Kurban Bayramı için sürülerle İstanbul’a getirilmiş ve geride bırakılmış çoban köpekleriydi. O soyun izlerine hala rastlıyoruz.
Onları kentin günlük hayatına nasıl adapte edeceğimizi henüz bulabilmiş değiliz. Kısırlaştırmaya kimsenin itiraz ettiği yok. Ama sokaklardan toplayıp götürmek! Kentin vicdanının bunu kaldırabileceğini sanmıyorum.,,
Sorumluluk paylaşılmalı
Kedilere çözümü halk buldu. Şimdi niçin olmasın? Yerel yönetimlerin ve hatta muhtarlıkların daha fazla sorumluluk üstlenmesi bana makul geliyor. Sayım, yerleşim, tedavi… Hiç olmazsa bir kayıtları olur.
Köpekler de İstanbul’u severler. Bizim mahallenin sarı çoban köpeği, değme İstanbulludan daha İstanbulludur. Kırmızı ışıkta bekler, yeşil yanınca geçer. Sevilip sayılır, elbirliğiyle bakılır.
Bakarsınız gün gelir, İstanbul’un kedilerinden sonra köpekleri de meşhur olur. Birlikte kardeş kardeş yaşayıp gideriz…