Giderek çocukluğumuzda kalan bir anıya dönüşen, o kendine has tadının neredeyse tamamen kaybolduğu bayram haftasının sönük vizyon takviminde, sığınacak değerli bir sinema limanı bulamayınca imdadıma Yeşil Şövalye yetişti. Bu ilginç, heyecan verici ve acayip film aslında salgın belası yüzünden hem çekim hem gösterim sorunları yaşamış, ancak geçen yılın Ağustos ayında vizyona girebilmişti. Sınırlı sayıda sinemada ve benzerlerine göre daha kısıtlı bir süre içinde… Ne oldu da gidemedim pek anımsamıyorum ama filmi beyaz perdede görme ve etkisine kapılma şansını kaçırmışım. Pişman oldum tabii. Hele de filmi geçen gün Netflix’te izleyince…
SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ
Nicedir, büyüleyici etkisine kendimi bırakıp sürüklendiğim bir film olmamıştı. David Lowery sağ olsun bu duygunun ilginç bir biçimini yaşattı. Bir de takip edenler bilir, genelde kütüphanesindeki filmleri yetersiz bulduğum, Z kuşağını etkilemek adına yüzeysel içeriklerle dolu bir platform olan Netflix’te böyle bir filmle karşılaşmak beni şaşırttı. Muhtemelen genel stratejilerini değiştirmeyeceklerdir fakat duyu(ş)sal ve düşünsel açıdan derinlikli, duyarlı, özel filmlere daha çok yer verseler sinemaseverlerin ufkuna da bir katkıları olur. Epey güzel de yad edilirler. Ama dönem yad değil para devri tabii.
KAHRAMANIN YOLCULUĞU
Neyse, bu meseleler başka. Filme dönelim. Yeşil Şövalye gerçekten cezbedici bir film. Ortaçağ’ı betimleyen Rönesans tablolarını andıran görüntülerle başlayan ve kuzey Avrupa ruhuna özgü bir tür melankolik yapıyla seyircisini kucaklayıp ayrıksı bir serüvene davet eden cesur bir film. Cesur olması şundan: Kral Arthur ve o ünlü yuvarlak masa şövalyeleriyle ilgili cılkı çıkarılacak kadar film ve dizi çekildi. Daha da çekilir elbet. Bu öyküler arasında İngiliz halk edebiyatının dünyaya gerçek bir armağanı olsa da Arthur efsanesinin biraz gölgesinde kalan Sir Gawain ve Yeşil Şövalye romansı gibi bir anlatıyı yeniden ve neredeyse çağdaş meseleleri simgeleyecek biçimde, kendine özgü bir tarzla yorumlamak şu dönem için risk barındırıyor. Zira fantastik olgu ve durumlara Harry Potter’ın çocuksu serüvenleriyle giren ve Marvel sinematik evreniyle bu işin doruk noktasına ulaştığını düşünen bir genç kesimin nüfuz edemeyeceği bir yapı(m) var karşımızda. Bütün o ucuz ve bilgisayar ortamını andıran aksiyon dünyasını hayal gücünün vardığı bir mertebe gibi görüyor bu arkadaşlar. Halbuki çizgi romanların da iskeleti destanlar dönemine ve buradan modern romana giden yolda şövalyelik anlatıları gibi farklı masal ve efsanelere dayanıyor. Yani bugün anlatılan bütün o cilalı kahraman hikâyeleri aşağı yukarı ortak bir yerden geliyor: Antik dönem mitolojisi ve biraz da Gılgamış, Odysseus gibi kahramanların yolculukları. Bu yüzden bilinen bir anlatıyı yepyeni bir ruhla güncellemek hiç kolay iş değil.
ERDEMLER ÜZERİNE BİR ÖYKÜ
Gawain’in hikâyesi bu anlamda günümüz insanlığına dair güçlü söylemler de içeren bir köprü kuruyor. Ana öykü gerçek bir şövalye olmanın erdemleri, kahramanlık ve cesaret üzerine kurulu. Kaynaklar bu romansın yazarını belirtmiyor. Zengin Britanya halk kültüründen gelen ve takribi olarak 14. Yüzyıl başlarında yazıya geçirildiği sanılan bir metin bu. Hayali bir kral olduğu bilinen Arthur’un yeğeni Sir Gawain’in giriştiği cesaret oyununu anlatıyor. Camelot’taki bir Noel kutlamasında, şövalyelerinden kendini eğlendirmesi için bir hikâye ya da gösteri bekleyen Arthur Yeşil Şövalye’nin meydan okumasıyla karşılaşıyor. Bu davetsiz konuk, en cesur şövalyenin kendisine vurmasına izin verecek, karşılık olarak bir yıl bir gün sonra rövanş olacak. Salon sessizliğe bürününce şövalye olmak için fırsat kollayan Gawain öne çıkıp Yeşil Şövalye’nin başını kesiyor. Nefeslerin tutulduğu bu an yeşil dostumuz başını yerden alıp kuralları hatırlatıyor ve bir yıl sonra kendisini Yeşil Şapel’de bulmasını istiyor.
Öykünün bundan sonrası Gawain’in yolculuğuna ayrılmış. Yönetmen Lowery, orijinal metinde yer alan kahramanlık temasını değiştirip Gawain’in erkeklik denen meşakkatle mücadelesine odaklanıyor. Kimi ayrıntıları değiştiriyor, farklı mesellerden anekdotları öyküye yediriyor. Ortaya çıkan iş gerçekten belli bir düzeyin üstünde. Ne yaptığını bilen bir sinemacının dünyanın ve doğanın gizemleri karşısında insanın durumunu anlattığı modern bir epiğe dönüşüyor film. Kimileri belirgin kimileri biraz daha serbest simgeler akışta beliriyor. Bunların en başında Yeşil Şövalye’nin ve Yeşil’in genel olarak doğayı temsil etmesi geliyor. Korkularla dolu, zayıf bir yaratık olan insanın doğa’dan kopuşuna yönelik bu alt metin, erkeklik ve uygarlık hâllerinin eleştirisine ekleniyor. Ayrıca pagan dinlere dair pek çok unsur, tek Tanrılı dinsel inanış üstünü örtmeye çalışsa da yaşamayı sürdürecek bir doğa bilgeliği olduğunu vurguluyor. Kahramanın yolculuğu şemasına uygun biçimde Gawain’in karşılaştığı tehditler, yardımlar hepsi olgunlaşma yolunda bir sınanmaya dönüşüyor. Bunlar arasında en sevdiğim ayrıntı, bir görünüp bir kaybolan, sonra da şövalyeye yoldaş olan tilkinin varlığı oldu. Doğayla sezgisel bir bağ kurduğu düşünülen, varlığımızın gizemlerine ilişkin öngörüleri olan bir simge-hayvan tilki. Filmdeki varlığı bir yanıyla şiirsel bir yanıyla yol filmlerine özgü bir coşku ve melankoli taşıyor.
BİR EFSANE NASIL ÇEKİLMELİ?
Filmin atmosferi o kadar başarılı ki, tarihsel ya da fantastik film yapmak isteyen herkesin izleyip ders alması gerekir. Biraz soğuk, çetin, haşin bir doğanın kendini gösterdiği pastoral peyzajlar içinde kahramanın yolculuğunu izlerken müthiş bir sinematografi ile karşılaşıyoruz. Ortaçağ yaşamının betimlendiği ilk kısımların, görkemli şatoların da ayrı bir tadı var. Dinsel resim sanatının ikonografisini çağrıştıran canlı renkler, soğuk coğrafya ile nefis bir kontrast oluşturuyor. Yönetmenin özellikle zamanı vurgulamak amacıyla kamerayı döndürdüğü sahnede ve finalde yaşananlarda, filmin bir tür felsefi düşünüşe davet ettiğini de ekleyelim.
Bir de Hint asıllı İngiliz oyuncu Dev Patel’in aşırı esmer görünüşüyle, asıl hikâyeye yeni bir çerçeve ekleyen bu filme cuk diye oturduğunu düşünüyorum. Patel’in oyunculuğu, hikâyedeki kahramanlık mitlerini sorgulayan yönetmen Lowery’nin amacına destek oluyor. Daha pek çok noktasını övmek isterim aslında ama yerim(iz) kısıtlı. Yazıyı bitirmeden izin verin özellikle müziklere imza atan Daniel Hart’ı da buradan saygıyla selamlayayım. Uzun zamandır dinlediğim en ilham verici bestelerden bazılarına bu filmde rastladım. Ve asıl kahramanlığın kendine ve doğaya karşı dürüst ve cesur olmaktan geçtiğini vurgulayan finale de ayrıca vuruldum. Çünkü orijinal metnin son dizelerinde yazıldığı gibi: “Kötülük düşünene yazıklar olsun!”
GÖZDEN KAÇANLAR
YAŞADIĞIMIZ BU ACAYİP HAYATI ANİMASYONLA ANLATMAK
LOVE, DEATH + ROBOTS
(2019-, 2 sezon, 26 kısım)
Hazır Netflix’e değinmişken bu platformda görülebilecek en ilginç ve nitelikli içeriklerden birinden bahsedelim. Çuvalla para kazanan Netflix’in pek çok ülkede finanse ettiği yapımlar öylesine sıradan ve rezilce ki arada sırada gerçekten özel fikirlere yatırım yaptıklarında şaşkınlık yaşanması kaçınılmaz.
İşte o yapımlardan biri 2019’da ilk sezonu görücüye çıkan bu harika animasyon serisi. Bağımsız öykülerden oluştuğu için bu tür seriler için antoloji tabiri kullanılıyor. İçerikte yer alan her filmin yönetmeni ve ekibi ayrı. Öykünün görselleştirilmesinde o içeriğin ihtiyaç duyduğu biçime göre bir animasyon tekniği kullanılmış. Tümüyle elle çizilen işler olduğu gibi, stop-motion’a, canlı çekimlerle animasyonun birleştirildiği yöntemlere de başvurulmuş. Filmler bilimkurgusal/fantastik türe özgü bir yapıya sahip. Teknoloji ve insan ilişkisini, doğayla kurduğumuz sorunlu meseleleri ele alan konular ön planda. Bu açıdan genelde Black Mirror dizisinin animasyon versiyonu olduğu yorumları yapıldı.
Dizinin yaratıcıları Deadpool’la tanıdığımız Tim Miller ve çağdaş Amerikalı yönetmenler arasında en özgünlerden biri olan David Fincher. Bu iki yaratıcı ismin yürütücü yapımcılığını üstlendiği proje, modern dünyamızın sıkışmışlığını, psikolojimizin derinlerinde yatan korkuları, kendimize ve dünyaya dair ne halt ettiğimizi anlamak için farklı öyküler içinde pek çok olasılık sunuyor. Bölümler ortalama on dakika ve başarılı bir görselliğe sahip olduğu için çabuk izleniyor ama art arda izlemenizi önermem. Her bölümü tek seferde izleyip üzerine biraz düşünmek, bölümde karşınıza çıkanları sindirmek daha kaliteli bir izleme deneyimi yaratacaktır.
Netflix’in ülkemizde hizmet veren kısmı, bu coğrafyanın çoğunlukla yüzeysel isteklerine cevap vermeye çalıştığı için kitlelerin bağrına basıp popülerleştirdiği, yoğun biçimde tartışmaya soktuğu yapımlar arasında elbette bu dizi gibi içeriklerin esamisi okunmuyor. Tabii bunda dizinin sert, keskin tarzının, her bünyeye göre olmayan konularının da etkisi var. Bazı bölümler gerçekten de insan olma hâlimizle bizi yüzleştiren, grafik şiddetin de sakınmadan kullanıldığı işler. Dolayısıyla 18 yaş altı izleyiciler için her bölümün uygun olduğu söylenemez. Kuşkusuz bilinçli bir izleme rotası seçilerek kimi bölümler ailecek izlenebilir fakat bu dizinin buna tümüyle uygun olmadığını özellikle belirteyim.
Yine de Netflix gibi güç ve paranın hizmetinde olan bir platformda bu tip işler görmek az şey değil. Olur da izleyecek bir şey bulamazsanız aklınızda olsun, gözden kaçmasın.