RÖPORTAJ: GÜLSEN CANDEMİR

21. yüzyılda savaşların su ve enerji üzerinden çıkacağına ilişkin varsayımlar hiç de yabana atılır gibi değil. Enerji üretirken su kaynaklarını ve tüm doğal yaşamı yok eden kapitalist sistem, ülkemize enerji ihtiyacının sürekli büyüdüğü kirli, verimsiz bir sanayileşme modeli dayatıyor. Bilgi yoğun, Ar-Ge’ye dayalı üretim alanları yerine demir çelik, çimento gibi enerji yoğunluğu yüksek sanayi kollarına yatırım yapılması nedeniyle, enerji tüketimini her geçen gün katmerlenirken, ekolojik yıkım da derinleşiyor. Tam bir pazara dönüşen enerji alanı, gelişmiş ülkelerde her gün doğa dostu noktaya evrilirken Türkiye gibi ülkelere yerli ve yenilenebilir kaynaklar yerine ithal kaynaklara bağımlı termik ve nükleer santraller dayatılıyor.

TMMOB’a bağlı Elektrik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Mahir Ulutaş ile enerji alanını ve AKP’nin 15 yılda bizi getirdiği noktayı konuştuk. Elektrik faturalarındaki TRT payı için ‘TRT bütçesinde sadece bandrol gelirleri, 2015 yılı hasılatını geçmiştir’ diyen Ulutaş, TRT’nin tüm yükünün halka yüklendiğini, ancak yayın politikasının tamamen iktidara endekslendiğini ifade etti.

15 yıldır ülkeyi aynı parti yönetiyor. Geride kalan 15 yılda enerji alanında neredeyiz?

AKP döneminde ağırlaştırılmış neo-liberal bir ekonomik modeli hiç görülmedik ölçüde kararlılıkla sürdürülüyor. Bu modelin en yakıcı etkilerini enerji alanında da hissettik. Bir kamu hizmeti olan elektrik enerjisinin sunumu, kâr odaklı bir anlayışa teslim edildi. Kamunun elektrik üretimi geriletilip özelleştirilme tamamlanınca enerji pahalıya mal oldu. Tüm ekonomik faaliyetler için temel girdi niteliğinde olan elektrik enerjisi maliyetlerinin artması toplumda genel bir yoksullaşma ve alım gücü düşüklüğü yarattı. Günlerce süren kesintiler, ülke genelinde yaşanan sistem çökmelerini yaşadığımız bu dönem içinde ne yazık ki arz güvenliği sorunu da yaşamaktayız.

Kamu hizmetinin özel sektöre gördürülmesi durumunda yaşamsal olan denetim mekanizmaları ise gereğince işletilmemiştir. Enerji Piyasası Düzenlenme Kurulu'nun eksikleri nedeniyle, neredeyse isteyenin istediği yere istediği santralı kurup, istediği fiyatların oluşması durumunda enerji ürettiği bir yapı oluşmuştur. Kayıp ve kaçak oranlarını düşeceği ve hizmet kalitesinin artacağı gerekçesiyle gerçekleştirilen özelleştirilme, aksine kayıp ve kaçak konusunu çözülemez bir sorun haline dönüştürmüştür.

Enerji maliyetlerindeki orantısız artış sanayide işçilik maliyetlerinin düşürülmesiyle dengelenmeye çalışılan bir ekonomik yapı oluştururken, maliyet unsuru olarak görülen işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri bakımından tüm sektörlerde ciddi gerilemelere ve ölümlü iş kazalarına, cinayetlerine neden olmuştur. Günü birlik çözümler nedeniyle AKP döneminde başta doğalgaz olmak üzere ithal kaynaklara dayalı elektrik üretiminin payı düzenli olarak artmıştır. Yerli ve yenilenebilir kaynaklara dayalı elektrik üretimi, doğalgazdan üretime alım garantisi verilmesi nedeniyle de uzun süre gelişememiştir. Planlanan nükleer santrallar alım garantisi verilmesi, orta ve uzun vadede başta rüzgar ve güneş olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarının payının olması gereken seviyelere ulaşamamasına neden olacaktır.

Enerji alanında yaratılan ve genel ekonomik yapıyı dönüştüren gelişmeleri tersine çevirmenin yolu, kamucu anlayışa geri dönülmesidir. Enerji alanının bütünlüklü olarak hem kar hırsından hem de siyasi baskılardan uzak özerk bir yapı tarafından yönetilmesi gerekir.

HES’ler Karadeniz’de coşkun akan derelere, İzmir ve çevresinde RES’ler dağlardaki yeşil alanlara, jeotermal enerji de tarım alanlarına zarar veriyor.  Termik santrallere, nükleere karşı çıkarken alternatif enerji kaynaklarının da çok masum olmadığı görülüyor. Doğaya zarar vermeden enerji elde etmek mümkün değil mi?

Ne yazık ki, tüm enerji üretim yöntemlerinin doğaya ve çevreye olumsuz etkileri var. Ancak diğer yandan sürekli artan enerji ihtiyacımızın gerekçelerini sorgulamadan bütünlüklü bir enerji politikası üretilmez. Medeniyetimizi sürdürebilmemiz için enerji ve çevre dengesini gözetmemiz zorunluluktur. Çevreye, kentsel ve tarihsel dokuya saygılı, bilgi yoğun, teknoloji yoğun bir sanayileşme ve enerji politikası yaşama geçirilmelidir. Enerji yoğunluğu ancak yüksek katma değerli, çevre dostu, yerli üretim teknolojilerine dönük bir Ar-Ge ve sanayileşme politikasıyla düşürülebilir. Bugün kullanılan üretim modeli, yüksek enerji maliyetlerinin işçilik giderlerinin düşürülmesiyle dengelenmesine dayalı olarak sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bu model bir yandan ülkemizdeki mühendisleri, "gelişmiş" tabir dilen ülkelerdeki, bir kısmı beyin göçüyle ülkemizden giden meslektaşlarımızın geliştirdiği ekipmanların kullanıcısı ve montajcısı haline dönüştürmekte, diğer yandan yeniden çok kutuplu hale gelen dünyada, ülkemizin emperyalist bağımlılık zincirini kırıp, siyasal bağımsızlığını geliştirmesi olanağını da temelden yok etmektedir. Unutulmamalıdır ki, siyasal bağımsızlığın temeli iktisadi bağımsızlıktır. Bunun yolu da özgür ve eleştirel düşünen kuşakların yetiştirilmesi amacıyla laik ve bilimsel bir eğitimin her kademede tesis edilmesinden geçer. Enerji, madencilik, telekomünikasyon başta olmak üzere temel altyapı sektörlerinin kamusal bir master planla kısa vadeli ekonomik dalgalanmalardan ve şoklardan etkilenmeyecek bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir.

Termik santrallara kıyasla, hidrolik santrallar daha çevrecidir denebilir. Ancak kâr güdüsü ve denetimsizlik, Karadeniz'in coşkun derelerinde ekolojik yıkım boyutlarında olumsuz etkilere neden olmuştur. İsteyene istediği yer için lisans verilmesi, dere yataklarını yok etti. Aynı dere üzerine çok sayıda HES'e izin verilmesi nedeniyle oluşan bu tablo, en çevreci üretim tekniklerinin bile başı boş bırakılan özel sektör tarafından kullanılması durumunda ekolojik yıkıma neden olabileceğinin göstergesi sayılmalıdır. Ege bölgesinde ise rüzgar santrallarının olumsuz etkilerine şahit oluyoruz. Yaşam ve tarım alanlarına yakın bölgelere verilen rüzgar ve jeotermal lisanslarına yöre halkı muhalefet etmektedir. Öncelikle yatırım hangi tekniğe dayalı olursa olsun, yöre halkının itiraz ettiği projeler hayata geçirilmemelidir. Enerji üretimi için lisanslama sırasında geçekleştirilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) bugünkü işleyişiyle kağıt üstünde kalmaktadır. Çevresel etkiler başta olmak üzere tüm toplumsal maliyetler hesaplanmadan, tarıma ve turizme verilecek zararlar gözetilmeden yatırımlara izin verilmemelidir.Günü, ayı, yılı kurtarmak için gerçekleştirilen yatırımlar, eğer zeytinliklere, tarım alanlarına, yöre halkının ekonomisine, doğal yaşama kalıcı zararlar verecekse, bu yatırımların gerçekleştirilmesinde kamu yararı yoktur.

SADECE AMPUL DEĞİŞTİRMEKLE TASARRUF OLMAZ!

Enerji üretiminin olumsuz etkilerini en aza indirmenin en etkili yolu sanayide ve konutlarda enerji verimliliğinin sağlanmasıdır. "Enerji verimliliği" yalnızca binaların dış cephesinde yalıtım yapmaktan veya evdeki, ofisteki ampülleri değiştirmekten ibaret bir kavram ve meslek alanı değildir, enerjinin üretiminden başlayan ve tüketildiği tüm noktaları içine alan bir çalışma alanıdır. Sanayi üretiminde enerji yoğunluğunu minimum seviyelere düşürmek için bir an önce adım atılmalıdır. Sanayide makinelerin verimli olanlarla değiştirilmesiyle önlem alınabileceği gibi, işlerliği olan bir teşvik ve yaptırım mekanizması oluşturarak, katma değeri düşük ürünler elde edilen, enerji ve çevre canavarı sanayi tesisleri için sınırlandırmaya gidilmelidir. Tonlarca demirin bir mikro işlemci etmediği bir dünyada, Türkiye'nin bilgi yoğun bir üretim modeline geçmesi, hem enerji ihtiyacını düşürecek, hem de yüksek teknoloji ithalatının yarattığı sorunları çözecektir.

Elektrik faturaları içinde yer alan TRT payı, kurumun son yıllarda iktidarın sesine dönüşmesi ile daha çok dile getirilir oldu. İşverenlerin bu paydan muaf tutulması da tuzu biberi oldu. Bu kesintilerden kurtulmak mümkün değil mi?

Mevzuat gereği konut kullanıcıların vergi niteliğindeki bu TRT payını ödemek dışında seçeneği yok ne yazık ki. İnternet erişimi olan bilgisayar ve cep telefonu gibi tüm cihazlara ek TRT bandrolü uygulamasına gidildi. EMO'nun hesaplamalarına göre; Temmuz 2016-Mayıs 2017 döneminde yalnızca cep telefonları ve bilgisayarlar üzerinden 610 milyon TL ek kaynak yaratıldı. Sayıştay raporlarına göre TRT, 2015 yılında 1.7 milyar TL hasılat elde etti. Bu hasılatın 685,1 TL'lik kısmı bandrol gelirinden oluşmaktadır. Bu gelire 610 TL olarak hesapladığımız ek bandrol gelirinin de eklenmesiyle, TRT bütçesinde sadece bandrol gelirleri, 2015 yılı hasılatını geçmektedir. Bu gelir artışı, elektrik faturalarında sanayici için TRT payının kaldırılmasına olanak sağlamıştır. Bir anlamda şirketler üzerindeki TRT payı yükü kaldırılırken, bu yük TRT bandrolü uygulamasının genişletilmesiyle yurttaşlara aktarılmıştır. Son olarak 8 Ağustos 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 6 olan cep telefonlarındaki TRT bandrolü yükü yüzde 10’a yükseltilmiştir. Bandrol zammı nedeniyle cep telefonlarının satış fiyatları yüzde 3 oranında artacak. Ne yazık ki bu uygulamada faturanın yurttaşa, kolaylığın işverene sağlandığı örneklerden biridir. TRT payının tüm kullanıcı grupları için faturalardan çıkartılması gerekir. 

Her yaz mevsiminde havaların ısınması ile klima kullanımı artar ve bu da elektrik kesintilerine yol açardı, bu yıl havalar mevsim normallerinin altında seyredince bu sorun şimdilik unutuldu gibi. Ürettiğimiz enerji veya mevcut enerji potansiyeli, ihtiyacımızı karşılıyor mu?

Haziran 2017'de 22,4 milyar kilovat saat (kWh) elektrik enerji üretilirken, 22,3 milyar kWh tüketim gerçekleşmiştir. Aradaki küçük fark ise ithalat ve ihracat arasındaki değişen dengeden kaynaklanmaktadır. Temmuz ve Ağustos ayında klima kullanımı kaynaklı yükselişler daha fazla olsa da üretim ve tüketim dengesinin normal şartlarda kurulabileceğini öngörüyoruz. Ancak son yıllarda sıklaşan kesintilerin büyük kısmı, özelleşen dağıtım şebekelerin ihtiyacı karşılamamasından ve yönetim zafiyetinden kaynaklanmaktadır. Sistem ve şebeke güvenliğinin ön plana alındığı teknik kıstaslar yerine maliyet ve kâr hesaplamalarına dayalı bir yönetim anlayışı nedeniyle tüketimin düşüş olduğu dönemlerde de bölgesel kesinti olasılığı vardır.

Özellikle seçim öncesi dönemlerde bizim karaborsa olarak nitelendirdiğimiz spot elektrik borsasında fiyatların gün içinde aşırı yükselmesine önlem olarak, kimi saatlerde "arızanın gezdirilmesi" olarak nitelendirilen yöntemle, tüketim düşürülmeye çalışılmaktadır. Elbette kamusal bakış açısıyla, keyfi olarak nitelendirilecek bu kesintilerin yaşanması kabul edilemez. Üretim şirketlerine makul fiyat sınırlamasını getirmeyi serbest piyasaya aykırı bulan bu anlayışın yarattığı sorunlar, kesintiler ve hizmet kalitesinin düşürülmesiyle çözülmeye çalışılmaktadır.

‘GEÇİT VERMEDİK’

Ülkenin enerji politikasından meslek örgütünüz TMMOB’a gelirsek, iktidarın ciddi baskıları söz konusu. TMMOB üzerindeki siyasal baskılar, birliğe bağlı odaları ve kapsadığı mesleklerin ifasını nasıl etkiliyor?

Aslında TMMOB'a yönelik olarak gündeme getirilen siyasi baskı doğrudan TMMOB üyelerine ve meslek alanlarıyla ilişkilidir. Örneğin imar mevzuatında yapılan değişiklikle binalara ilişkin projelerde meslek odalarının tescilinin aranmaması, proje üretimine ilişkin faaliyetlerinin dönüştürülmesine hizmet etmektedir. Odaların söz konusu tescillere dayalı gelirini ortadan kaldıran, üyeleriyle ilişkisinin sınırlayan bu uygulamanın altından bu alanı TMMOB'un sınırlamaları olmaksızın sermaye şirketlerine açma çabası yatmaktadır. Bu girişim kendi adına serbest çalışan mühendisi, sermaye şirketlerinin çalışanı durumuna dönüştürmenin ilk adımıdır. Bu alandan elde edilen gelirleri şirketlere aktarılarak, mühendis emeğinin karşılığının küçülmesi anlamına gelen bu uygulamaya karşı üyelerimizle birlikte mücadele ediyoruz. Üyelerle odalar arasındaki hukuk gereği, söz konusu projelerin tescili eskiden olduğu gibi sürdürülmektedir. Odamız can ve mal güvenliğini yakından ilgilendiren bu projelerin alanında uzman mühendisler tarafından hazırlanmasını eskiden olduğu gibi teminat altına almaya devam etmektedir. Sevinerek ifade edebilirim ki, mühendis olmayan, yetkisiz kişilerin bu boşluktan faydalanmasına, üyelerimizle birlikte geçit vermedik.

‘BU ÜLKENİN MÜHENDİSLERİ VAR’

Öte yandan siyasi baskı kapsamında TMMOB ve odaların kimi işlevleri de yok edilmeye çalışılmaktadır. İşlevsiz, yetkisiz, üye ile bağı zayıflamış, dernekleşmiş bir meslek örgütü hayal ediyorlar. Meslek örgütleri, üyelerinin mezuniyet sonrası bilgi ve deneyimlerini artırmaya yönelik olarak hizmet içi eğitimler veriyor. Böylece mühendislerin mesleklerini yerine getirirken mevzuat değişikliklerini ve teknolojik gelişmeleri takip etmesi sağlanıyor. Geçtiğimiz aylarda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, yönetmelik değişikliği yaparak kimi işlerin yapılabilmesi için meslektaşlarımıza Elektrik Tesisi İşletme Personeli Belgesi alma zorunluluğu getirdi. Belge için Proje Uzmanlık Sertifikası Merkezi (PUSEM) kurulurken, eğitim ve sınav şartları tanımlandı. Konuya ilişkin EMO tarafından Danıştay'da davalar açıldı. PUSEM'e yönelik açtığımız davada verilen yürütmeyi durdurma kararında bakanlığın görevleri arasında eğitim ve belgelendirme yer almadığının vurgulanması, bu konuda meslek odaların sorumlu olduğunu tesciller niteliktedir. Bakanlığın açılan davalara ve iptal edilen yönetmelik hükümlerinin benzerlerini mevzuata ekleme çabaları devam etmektedir. Bu girişim hem odaların fonksiyonlarından birini yok etmek, hem de odaların kâr amacı gütmeyen yapısı nedeniyle hizmet olarak sunduğu meslek içi eğitimi ticarileştirme hedefini taşımaktadır. 

Siyasal baskılar ve yasal düzenlemeler ile gözle görülür üye kayıpları yaşadınız mı?

EMO'ya üyelik mesleğini yerine getiren elektrik, elektrik-elektronik, kontrol ve biyomedikal mühendisleri için zorunludur. Kamuda görev alan mühendisler için ise üyelik isteğe bağlıdır. Son yıllarda artan mezun sayısı ile birlikte üye sayımızdaki artış devam etmektedir. EMO olarak üye sayımız 70 bin dolaylarındadır. Son yıllarda yaşanan baskılar nedeniyle üye kaybımız söz konusu olmamıştır. TMMOB ve odalar, demokratik karar alma süreçleriyle, mesleğin toplum ve üye yararına icra edilmesi çaba sarf etmektedir. Meslek alanlarına ilişkin oluşturulan özel komisyonlarının çalışmaları, yönetim kurulu ve genel kurul kararlarıyla yaşama geçirilmektedir. Meslek odalarının etkisizleşmesi, aynı zamanda mesleğin ve mühendislerin de güçsüzleştirilmesi anlamına geldiğinden, siyasi baskılarla Odalara üye kaybettirilmesi imkânsızdır.  Bu ülkenin mühendisleri var!

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile TMMOB arasında kamuda görev başlayan mühendis ve mimarların asgari ücretinin belirlendiği protokolün SGK tarafından tek taraflı feshedilmesi ne gibi sonuçlar doğurur?

Söz konusu protokol iptali Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından tek taraflı olarak gerçekleştirilmiştir. Mesleğin icra edilmesinde gereksinim duyulan bilimsel gelişmeleri takip edebilmek için gereken mesleki yenilenme ihtiyaçları da gözetilerek belirlenen asgari ücret, her yıl TMMOB tarafından SGK'ya bildirilmekteydi. Bu yıl için asgari ücret brüt 3.500 TL olarak belirlenmişti. Sigorta primlerinin tam yatırılması ve sosyal güvenceden mahrum kalınmaması için hayata geçirmek için yoğun çaba sarf ettiğimiz asgari ücret uygulaması, bizzat bu hakları koruma görevi olan SGK eliyle yok edilmek istenmektedir. Bu iptal yalnızca mühendislerin maaşını azaltmayacak, aynı zamanda SGK için prim, Maliye için gelir vergisi kaybına yol açacaktır. Kayıt dışı istihdamla mücadele görevi olan bir SGK nezdinde TMMOB tarafından gerçekleştirilen görüşmelerde yetkililer,  işveren kesimleri tarafından kuruma büyük bir baskı uygulandığını, bakanlık üst düzey bürokrasisinin bu durumdan rahatsız olduğunu açıkça ifade etmişlerdi.

Söz konusu protokol olsun veya olmasın, mühendisler, TMMOB'nin belirlediği asgari ücretin altında çalıştıramaz. Bu ücretin altına çalıştırılan veya SGK primi eksik yatırılan meslektaşlarımız, örgütlerinin aldığı kararı yaşama geçirmek ve özlük haklarını korumak için bireysel olarak da hukuk mücadelesi yürüteceğine inanıyoruz.