30 Ekim’de yaşadığımız ve bir türlü geçmek bilmeyen o saniyelerin ardından tecrübe ettiğimiz felaket günlerinde halkın hayata geçirdiği dayanışma pratiği şüphesiz ki çok önemliydi. Farklı şekillerde birçok kez hakkı da teslim edildi diyebiliriz. Fakat bir çoğumuzun yaşamında açığa çıkan ve depremin daha da görünür kıldığı kimi şeyler var ki, bu önemli dayanışma örneğinde dahi yapılan bazı tarifleri kimi zaaflara teslim etmeye yetti. Tam da bu noktada deprem sonrasında ortaya konan iyi niyetli ve samimi çabalara rağmen, yer yer görünür olan bu zaaflarla yüzleşebilmenin faydasına inanıyorum. Tabi burada bahsettiğim zaaflar, deprem sonrası çalışmalara iyi niyetle katılan, yapılması gereken işlerin bir ucundan tutan, üzülen, kaygı duyan, canı yanan insanlara -yani bizim tarafa- ait. Yoksa enkazın üzerine danışmanıyla çıkıp poz veren, enkaz altındaki yurttaşla telefonla konuşan bakanın, sıradan bir vekilin alana gelişiyle bariyerler kurdurup vatandaşı hasarlı binaların önüne hapsedenlerin, sosyal medyada İzmir depremini sevinçle karşılayanların, gerekmediği halde enkaz alanını gezmeye gidip kalabalığa sebep olanların, acıyı ticari faaliyetlerinin bir parçası yapıp, bardaklar, anahtarlıklar basıp satışa sunanların, kiralara zam yapan ev sahiplerinin, pişkin müteahhitlerin davranışlarını bir zaaf olarak tarif etmek mümkün değil. Bunlar olsa olsa suç olarak tarif edilebilir.
Zaaf konusuna gelecek olursak; ilk andan itibaren ortaya çıkan büyük ve anlamlı dayanışmanın hak ettiği şekilde gündem oluşunun ardından, sosyal medyada abartılı bir “İzmirlilik” vurgusunun, “başkalarını” ya da “diğerlerini” neredeyse “öteki” kılarcasına ortaya çıkışından bahsedebiliriz. Her durumda ayrışmaya müsait bir toplumda, zihinlerde yer etmiş ve zamanı geldiğinde kolaylıkla ortaya çıkabilen bu türden bir eğilimin ilerleyen safhaları hastalıklı sonuçları da beraberinde getirebiliyor. Herhangi bir yerli olmayı kutsamaktan vazgeçmek, bu zaaftan arınmaya ve iyi insan olmayı taçlandırmaya, oralı olmayı ise mütevazı bir aidiyet duygusuyla, şimdikinden daha değerli kılmaya yeter de artar bile. Bu haliyle değerli bir bütünün, değerli bir parçası oluruz. Acıyı daha çok paylaşır, dayanışmayı daha da büyütür, yapay ayrışmaların dışında kalıp “biz” olma bilinci ile görkemli bir kurtuluşu dahi sımsıkı kucaklayabiliriz. Denemekte fayda var, dostane tavsiyemdir.
Yaşanan bir felaketin ardından yaşamlarına ve eğlenceli hayatlarına kaldığı yerden devam edebilenler bana da anlaşılır gelmiyor. Ancak sanal âlemin deyimiyle “duyar kasarak” harekete geçen, anlık bir refleksle öfkelenip, anlaşılır bir eleştiriyle yola çıkmış olsa dahi, “yapay tarafgirliğin” ötesine geçemeyen bir toplamın takdirini toplamaya çalışmak, karşıtlığımızla asıl olarak muhatap olması gereken kesimler için de adeta bir kalkan görevi görüyor. Oysa bu karşıtlık durumundan payına düşeni alması gerekenler asıl olarak başkaları. Onların kim olduklarını yazıyı bitirirken bir kez daha ifade edeceğim.
Sosyal medya bağımlılığının anlaşılmaz sonuçlarıyla devam edelim. Depremin hemen ardından, sosyal medyada tek kelimelik “deprem” paylaşımları yapmaya fırsat bulabilmekten tutun da katıldığı yardım faaliyetlerinin her anını yine sosyal medyaya taşıyabilmeye, etkileyici şarkılar eşliğinde yapılan kurgularla deprem alanındaki görüntüleri birer klip gibi dışarıya sunabilmeye kadar birçok davranış biçimi, görünür olabilmeyi “değerli” kılarken; sosyal medya mecralarını kişiler için birer varlık alanı haline getiriyor. Kendi kendini “yaşanan acının tek muhatabı” ilan etmenin ve harcadığı gerçekten kıymetli emeği kendi dışındakilerin beğenisine sunmanın beraberinde getirdiği ilgiyle yol almak, ne yazık ki sosyal medya mecralarının yeniden programladığı insan algısının sonuçları olarak ortaya çıkıyor.
Bitirirken; yaşadığımız felaketleri birer sonuç olarak karşımıza çıkartan sebeplere bir karşı duruş sergilemek yerine, anlık öfkelerimizi hapsettiğimiz, kendine özgü kurallarıyla belirlenmiş sınırların içerisinde takipçimiz kadar insanın sesimizi duyduğu, herhangi bir değiştirici niteliğe sahip olmayan, öze değil biçime odaklandığımız sosyal medya mecralarında kurulmuş yaşamlarımız, önümüze konulan denklemi çok bilinmeyenli bir hale sokuyor. Oysaki denklem çok basit. Bir tarafta kentleri betona gömenler, kan emici müteahhitler, kentlerimizi yok eden imzaların sahibi olan yerel ve genel yöneticiler. Diğer tarafta ise yaşamı sudan ucuz görülen bir halk. Bu denklemin çözümü ise sanılandan daha basit.