Günlerden cumartesiydi. Her zamanki gibi Can Radyo’daki programıma yetişmek için acele ediyordum. Kavurucu İzmir sıcağı, dilimi damağıma yapıştırmıştı. Sanılanın aksine trafik, o kadar rahattı ki geniş mi geniş sağlı sollu ağaçlarla kaplı, masmavi, tertemiz bir denizin kucakladığı yollardan radyoya gitmek o kadar keyif vericiydi ki…
Kısa bir süre sonra Bornova’ya gelmiştim. Şimdi bir şişe soğuk su pek iyi gelecekti. Su almak için bir büfenin önünde durdum. Büfeden su istediğimd adam: “ Abi, biz su satmıyoruz ki, bak ileride çeşme var, oradan içebilirsin” demez mi! Adamın gösterdiği tarafa baktığımda bir de ne göreyim, yemyeşil ağaçların gölgeleri altında oluklar şeklinde yapılmış çeşmelerden gürül gürül sular akmıyor mu! Oradan su içmek pek keyifli oldu. En şaşırtıcı olan şey de su, artık parayla satılmayacakmış, iki kişi konuşurken duydum bunu! İçimden, bu nasıl olur, yoksa gündemi mi takip edemedim, diye düşüne düşüne arabama binmeye hazırlanırken, araba kapısının önünde bir cüzdanın düşmüş olduğunu fark ettim. Sağıma, soluma baktım. Sahibi yakınlarda değildi anlaşılan. Şimdi bununla uğraşsam radyoya geç kalırım, diye düşünürken bir adam, aaa cüzdan diyerek yanıma geldi ve hemen telefonla polisi aramaya koyuldu. Ne olur ne olmaz, diye beklemek zorundaydım. Yaklaşık 5 dk sonra polis geldi. Cüzdanın emniyette olduğunu görünce parayı değil, doğruluğu seçmiş bu adamla biraz sohbet etmek istedim. Önce yaptığınız çok güzel bir davranış, dememe kalmadan adam bir hışımla bana dönerek: “Biz böyle yapıyoruz, siz ne sandınız ki!” demez mi bana. Biraz utandım, tabi. Ben de hırsızlığın çoğaldığını, hapishanelerde bu suçun ilk sıralarda olduğunu söylemeye başladım ki adam bana dönerek: “Beyefendi, siz kaçıncı yüzyılda yaşıyorsunuz? Artık hapishaneleri kaldıracaklar neredeyse; çünkü toplumuzda suçlu sayısı binde bire indi, onların da suçları basit şeyler işte, demez mi!? İçimden bu adam ,biraz rahatsız galiba,diye geçirmiştim ki adam: “Az önceki lafınız çok gereksizdi ,ben bir öğretmenim ve maaşım 5000 Euro, eşimin de öyle. Böyle şeylere ihtiyacımız yok. Biz, çok şükür bu liderimizden sonra büyük bir ekonomik rahata kavuştuk ülkece. Artık herkesin olduğu gibi bizim de bir işimiz var, diye o altın sözleri ağzından döküvermedi mi! Deli mi ne dedim, içimden ve kendimi tutamayarak öyle bir gülmeye başladım ki adam cık cık sesleriyle yanımdan uzaklaştı. Artık acele etmeliydim. Arabama bindiğimde caddelerde de her zamankinin aksine bir ferahlığın olduğunu gördüm. Sağlı sollu bir araba bile caddelere park etmemişti. Üstelik her taraf ne kadar da temizdi öyle…
Nihayet radyoya vardım. Gökhan beni kapıda bekliyordu. Merhaba, dedim. Gökhan, “Abi sen ne arıyorsun burada?” dedi. “Abi, deli misin program var ya”, dedim. Gökhan şaşkın şaşkın: “Ne programı, artık ülkede sorun yok ki… Sosyal adalet toplumda sağlandı, insanlar ferahladı, suçlu yok denecek kadar az, komşularımızla sorunlarımızı da hallettik, biz artık dünyanın bir numaralı gücüyüz, liderimiz, dünya lideri… Biz artık öyle program yapmıyoruz, artık sadece türkü yayınımız var” demez mi! Gökhan, dedim, çıldırtmayın insanı… Ne oluyor, şaka mı bütün bunlar? Bak bugün Suriyelileri konuşacaktık, biliyorsun ülkemiz için önemli meselelerden biri bu. Hadi geç kalmayalım, dedim. Gökhan bana dönerek, ya Doğan, Suriyeliler ülkelerine döndü, barış geldi Ortadoğu’ya, sen iyi misin?” dedi. Ya, delirtmeyin adamı, tamam Suriyelileri boşver ülkede başka sorunlar yok mu? Dinsel, etnik ayrıştırma, laiklik… Onlarla da ilgili program yapmayacak mıyız? dedim. Abi böyle sorunlar yok artık, yok artık, yok artık… Beynimin içinde bu ses, yankılanırken televizyondan gelen bağıran bir sesle irkilerek gözleri açtım. Baktım ki televizyonun kumandası, uyuduğum koltukta kolumun altında kalarak dirseğimde derin ve canımı acıtan bir iz bırakmıştı.
Televizyonda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Suriyelilerle ilgili konuşmasını yapıyordu. Uyanmaya çalışarak daha haberi daha dikkatli dinlemeye çalıştım ve Cumhurbaşkanımız, Suriyelileri vatandaş yapacağız, diyordu. Bu bir kâbus olmalıydı. Tabi ki savaştan kaçan komşularımıza yardım etmek bir insanlık görevidir. Ancak ülkemizde %20 işsizlik varken bu uygulama, kendi vatandaşlarımıza bir haksızlık olmuyor muydu? Ülke boğazına kadar teröre batmışken, Suruç, İstanbul ve Ankara’da bombalar patlarken ve yüzlerce masum insan ölürken sınırları komşulara düşünmeden açmak ve bunu yasal bir zemine oturtmaya çalışmak ne kadar doğru? Sadece nitelikliler vatandaşlığa alınacak, demek de böyle saçma bir uygulamayı haklı çıkarmaz. Zaten bu kadar serbestliğin içinde yasadışı örgütlerin üyeleri de ellerini, kollarını sallayarak sınırlarımızdan girmedi mi? Halk olarak tedirginliğimiz daha da artmadı mı? “Biz almayalım da, Kanadalılar mı alsın?” demek, alınan üç milyar Euro’nun hakkını verememiş demek de oluyor bana göre. Şimdi AB, bize üç milyar Euro’yu vererek nitelikli Suriyelileri elimizde tutabilmemiz için yardım mı etmiş oldu? Hem bu ülkede akıllı genç bir nesil var. Her ne kadar TÜBİTAK, birçok gencin yaptığı projeleri beğenmeyerek Batı’ya kaptırmış olsa da gençlerimiz hala üretmeye ve düşünmeye devam ediyorlar. Suriyelilerden önce kendi gençlerimizi elimizde tutsak daha iyi olmaz mı? Savaş bitene kadar Suriyeliler ülkemizde kalsınlar, savaş bitince de gitsinler! Çünkü doğumlarla sayıları şimdiden o kadar artı ki, insanın içinden Suriye çok boşaldı, biz de yıllar sonra onların sayesinde baya kalabalık olacağız. Madem vatandaşlık verilecek onlara, böyle haksızlık olmaz, “Bize de Suriye’den toprak versinler” demek geliyor insanın içinden. Hem de kendilerine göre olan konularda referandum isteyen zihniyet, nasıl oluyor da halkının neredeyse tümü Suriyelileri istemezken referanduma sıcak bakmıyor? Bu, anti demokrasinin ta kendisi bana göre. Tabi bunların hepsinin oy kaygısıyla yapıldığı apaçık ortada. Tarihe bir leke gibi geçecek bu yanlışlık, uygulamaya konulursa bir gün, sanırım çok geçmeden kendi ülkemizde mülteci olacağız. Lütfen bu bir rüya olsun ve uyanalım artık.