La Loba… Yani Kurt Kadın… Ona Kemik Kadın ya da Toplayıcı Kadın da diyebilirsiniz. Ben onu Clarissa P. Estes’in sözcüklerinden okumuştum.
La Loba “herkesin gönülden bildiği, fakat çok az insanın gördüğü gizli bir yerde” yaşar. Temkinlidir, arkadaşlıktan kaçar.
Kemik toplar La Loba. Aklınıza gelen her canlının kemiğini toplar ama en çok dünyadan yok olma tehdidi altında olanların kemiklerini toplar. Ve en çok kurtların kemikleriyle ilgilidir. Ormanda, dağlarda, kurumuş topraklarda kurt kemiklerini arar. Onları bulmak için sürünmekten, toprağı eşelemekten, dizlerini yerlerde sürümekten gocunmaz. Kemikleri toplar. Topladıkça ortaya kemikten bir heykel çıkar; bir kurt iskeletidir bu. Son kemiği yerine yerleştirdiğinde La Loba bir ateş yakar ve kurdun iskeletinin yanında şarkı söylemeye başlar.
La Loba şarkı söyler; kurdun bacakları ve kaburgaları ete kemiğe bürünmeye başlar.
La Loba şarkı söylemeye devam eder; kurdun bedeni kürkle kaplanır.
La Loba daha çok söyler; kurdun kuyruğu güçlü ve canlı bir biçimde havaya kalkar.
La Loba şarkısına devam eder; kurdun bedeninden nefesler geçer.
La Loba daha derinden söyler; kurt gözlerini açar, canlanmıştır, fırlar, ormanın derinliklerine koşar.
Ve en sonunda “kurt birdenbire, özgürce ufka doğru koşarak kahkahalar atan bir kadına dönüşür.”
Estes, La Loba’yı bir “diriliş öyküsü” olarak tanımlıyor. La Loba yok olmayan kemiklerin, yok edilemeyen yaşam gücünün izini sürmemizi öğütlüyor bizlere. Ve doğru şarkıyı söylersek, ruhun sesini duyabilirsek içimizdeki vahşi ruhu canlandırabileceğimizden ve Vahşi Kadın’a ulaşabileceğimizden bahsediyor.
“Vahşi Kadın” arketipi Clarissa P. Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı kitabının temelini oluşturuyor. Tabii ki “vahşi” olmanın şiddetle bir alakası yok. Bu arketip etrafında mit ve öyküleri toparlayan Estes, her öyküyü anlatıp onları teker teker çözümlüyor ve kadınların erginlenme yolculuğunda onlara çok değerli bir alan yaratıyor; pek tabii içine bakmaktan çekinmeyen erkeklere de… Bu kitapla olan hikâyemi belki daha sonra anlatırım. Yine de kitapla henüz tanışmadıysanız, tanışmanızı gönülden isterim.
Bu ara elimde olan kitaplardan biri 2018’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde adlı romanı. Polonya’nın bir köyünün, ıssız ve ürperten coğrafyasında anlatılıyor roman. Köyün ve ormanın içinde, geyikler, tilkiler, köpekler, böcekler ve insanlarla birlikte geçiyor kış, bahar ve yaz. Yazlıkçılar çekildikten sonra gerçekliğiyle kalan köyün ürperten kışı, köyde yaşayanlardan birinin ölümüyle bölünüyor. Bu ölümü takip eden diğer tuhaf ölümler ise çözülmeyi beklerken, insanın kendini doğadan ayırmışlığı ve kibri ortaya çıkıyor; akıllılık ve delilik, suç ve adalet kavramları yeniden gözden geçiriliyor.
Romanın baş kişisi ve anlatıcısı Janina, astrolojiyle ilgilenen, William Blake çevirileri yapan, kışı yazlıkçıların evlerine bakarak geçiren yaşlı bir kadın. İnsanlardan çok hayvanlarla kurduğu bağ, ormanı dinleyişi, hayatın seslerini duyuşu, delilik kabul edilen bilge bakışı ile romanın başından itibaren bize tuhaf ve tekinsiz bir hikâye anlatıyor. Ölümlerin peşinden giderken bize yaşamı sorgulatıyor.
Time dergisi bu roman için “bazı canlıların diğerlerinden üstün olma biçimleri üzerine heyecan verici bir felsefi sorgulama” demiş.
Romanı okuyup, Janina’yı dinlerken La Loba canlandı gözümde. İnsanların kaçık gözüyle baktığı, çok da dikkate almadığı ama yaşam için söylediği şarkıdan vazgeçmeyen Janina idi o. Rüzgârın ve sakinlerinin sesleri ve sessizliği ile dolu bir ormanda Janina, kemiklere üfler gibi yaşamı savunuyor, özü görmemizi istiyordu.