Merhaba Üner Abi,
Yine böyle bir haziran günüymüş! İkinci baskısı, müzik yazarlığınızın ellinci yılında yayımlanan “Dinleyicinin Kitabı”nı imzalatmışım İzmir’de. O inci gibi yazınızla düştüğünüz “en iyi dileklerimle” notunuzun altına zarif imzanızı yerleştirmişsiniz.
O yıllarda da sık düşerdi yolum Yakın’a... Ya içeride, bir masada, dostlarla sohbette bulurdum sizi ya da az sonra kapıda görünürdünüz sımsıcak ama alçakgönüllü gülümsemenizle... Birkaç kez de, hayatın başka işlerine karışmak üzere, tam çıkarken karşılaşmıştık kapıda. Öyle anlarda, sizin “dost selamı”nızı, ben ‘Tam zamanında gelmişim, yakaladım Üner abinin gülümseyişini...’ memnuniyetiyle karşılardım da kapı aralığına yazardık ayaküstü sohbetimizi. “Herkesin işi var, kimsenin vaktini almamalı...” tutumunuz zarafet gömleğinizin ilk düğmesiydi.
“Dinleyicinin Kitabı”yla çıkmıştı Yakın Yayınları yola. O günlerden bu yana, çocuk yazını da içinde, yayıncılığı da sürdürüyorlar. Kısa süre önce sevgili Nusret Özbay, Varyant Yayınlarıyla İzmir’in yayın çalışmalarına yeni bir renk kattı. Yakın Yayınları şimdilerde sevgili Ayça-Levent Salıcı’nın sorumluluğunda. Bugün ikisine de telefon açtım. Hem yeni kitapları konuştuk hem hayattan ve sizden söz ettik. Ah ne güzel öyküler anlatırdınız!
“Telefonla görüşmek niye? Uzakta mısın, değilse niye gitmiyorsun kitabevine? Üstelik uzak da değil!” diyebilirsiniz.
Dünyanın tamamına yayılan bir salgın yüzünden Türkiye’de de -kitabevleri, lokanta ve kafeler de içinde- işyerlerinin çoğu ilkbaharın nerdeyse tamamında kapalıydı. Sanat etkinliklerinin de tamamı (Birileri ne sevindi ama!) iptal edildi. Ülkelerin birçoğunu kuşatan kötü yönetim ve gericilik salgınına bir de koronavirüsün neden olduğu hastalık ve yarım milyona ulaşan ölümler eklenince insanlık, tarihte az rastlanan türden bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldı.
Biz de kentte dört duvar arasında kalmaktansa bu yıl “yayla”ya erken çıktık. Gelin görün ki geçen yılların sıcağından eser yok! Güller, zambaklar, papatyalar geç de olsa çiçeğe durdu. Ortancalardan ses yok daha. Sebzeler de büyümedi.
Ah, telefonum çalıyor!
Mehmet abi arıyor. Diller emekçisi Mehmet Yalçın. Sanatseverdir, klasik müzik tutkunudur. “Üner abiye mektup yazıyorum. Tanırsınız...” deyince “Dinleyicinin Kitabı” dedi hüzün yüklü bir sesle. “Senfoni konserlerini hepimiz için çok daha değerli kılmıştır o titiz çalışmasıyla...” Sonra gülümsedi: “Meşgul etmeyeyim seni. Ağaçlara, yeşile, çimene çiçeğe selam söyle...”
Sevgili Üner Abi,
Böyle daldan dala, anılardan söz etmeyi seviyorum.
Bu aralar, çok eski ve kıymetli dostlarımdan sevgili Mehmet Çoban’ın ilk kitabını yayıma hazırlıyorum. Yıllardır tuttuğu günlüklerinden oluşturduğu dosyanın “Okuma ve Kitap Notları” bölümünde, Rafael Alberti’nin “Yitik Koru”sundan söz ederken şunları da yazmış Mehmet:
“‘Yitik Koru’nun başında Miguel de Unamuno’nun bir sözü var: ‘Ruhunun derinliklerinde, çocukluğunun anılarını korumayan bir insan nasıl yaşayabilir, bilmiyorum.’ Evet. Doğru, tamamen katılıyorum. Günümüzde belleği hızla boşaltılan insanın trajedisi burada başlıyor. Böyle anıları olanlar çok şanslı; onları korusunlar ve felaketlere karşı önlem olarak yapabiliyorlarsa kâğıtlara not esinler! O mücevherlerin ışıltısını kaybettiklerinde işleri bitiktir.”
Bunları yazınca aklıma Çetin Altan’ın, “Yaşam dediğimiz şey biriktirdiğimiz anılardan başka bir şey değildir aslında.” dediği geldi.
135 bestecinin 420 eseri üzerine yazarken, “İdil Biret’e Armağan”a çalışırken, Charles Munch’ün anı yapıtı “Ben Bir Orkestra Şefiyim”i çevirirken ve yazıyla elli yılı aşan dostluğunuzun birçok anından kimbilir neler sızmış, saklanmıştır belleğinizin “ince oda”larına! Onca karşılaşmalarımızın birinde niye sormadım sanki... Sahi “Yazdınız mı anılarınızı?”
Hayatını “hesap kitap”la kazananların çoğunluğunun kitaplara sırtı dönük yaşamakta oluşunun aksine, yaşam boyu “hesap” yapan sizin hayatınızda kitapların bunca geniş yer tuttuğunu anımsayınca anılarınızı da merak ediyor insan.
Sevgili Üner Abi,
Bugün 16 Haziran. Türkiye işçi sınıfının, haklarının çalınmasına karşı, o büyük direnişinin ellinci yılı. O gün işçilerin önünde boyun eğmek zorunda kalanlar, sürüp gelen 12 Mart ve 12 Eylül faşist cuntalarıyla, kırk yılda, yalnızca işçileri değil, çalıp çırpmayı bilmeyen, alın teriyle geçinen herkesi yokluğa ve açlığa mahkûm ettiler.
Sanattan, edebiyattan uzak düştükçe haklarının adresini de bilemez oluyor insan.
Şu kısıtlı günlerin tez elden geride kalmasını en çok da bir konser akşamında size yazmak için istiyorum.
........................
Üner Birkan (müzikbilimci, yazar/ 1934-19 Haziran 2012)
“Bir Yapboz Denemesi”, Mehmet Çoban, günlük (dosya)