Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır.
Bu söz her ne kadar çok kimse tarafından bilinen yanlışın lugattaki doğru anlamdan daha iyi olduğunu belirtse de başlangıçta sözlükteki anlama bakalım.
Agon, Antik Yunanca’da dramatik yapı içindeki çatışmayı anlatmak için kullanılan bir sözcük. Macbeth’in karşılaştığı durumlarda hırsına yenik düşmesinden tutun, Kader Can’ın maddi ve manevi tüm çatışmalar karşısındaki eylemlerine kadar hepsi ‘agon’a dahil. Diğer deyişle agon, oyunun kırıldığı ve dönüşmeye başladığı nokta.
Bir oyunu var eden temel unsurların başında işte bu ‘agon’ gelmekte. Peki bunun ‘galat-ı meşhur’u nerede?
Sanat, ve bu yazı özelinde tiyatro, hayatı aşkın bir şey değil aksine hayata içkin bir kavram. Aslında biz tiyatroyu hayatın gerçekleri üzerinden şekillendiriyoruz. Oyun metninden oyunculuğa, sahneden dekora ve en küçük ayrıntıya kadar. Hatta, tiyatro alımlayıcısı, seyirci, hayatın içinden çıkıp yine hayatın içine dönen ve bu bağı en güçlü hisseden taraf. Hal böyleyken, ‘agon’u anlatırken sadece dramatik yapının içindeki çatışma tanımını yapmak en hafif tabiriyle eksik kalacaktır. Sonraları Dionysos’a sunulan ve bir ritüele de dönüştürülen tiyatroyu teorize ederken hayatta en çok karşılaştığımız kavram olan çatışmanın ve bu çatışma sonunda alınan aksiyonların hayatlarımızdaki yerini düşünün. Kendi kendimizi doğrulayıp sonra da yanlışlayıp ardından başka bir biçimde doğrulayan bir kritik düşünme sürecine girdiğimizde bile, kimseyle değil tam da kendimizle çatışmaya başlıyoruz. Hal böyleyken, düşünce süreçlerinden gündeliğimizdeki herhangi bir duruma yaklaşımımıza kadar kendi agon’umuzu çoğu kez fark etmeden ortaya koyuyoruz.
Her şey diyalektiğin içinde vardır ve mümkündür. Bu bizi ikili karşıtlıklar zeminine değil, sonsuz sentezler evrenine götürür. Hayatımızın ‘agon’u tam da burada başlar.