Bir zamanlar -henüz televizyon denen illetten kurtulamamışken- çok duyardım, ‘’oynama’’ ‘’Bak! sen çok güzel oynuyorsun ha’’ ‘’Ekranlara oynamayın kardeşim.’’ Kendisini kameranın önüne atan seyredildiğini bilen, gerçekliğinden kopuyor ve olmadığı biri gibi davranıp üzerine bu eleştirileri alıyordu ve bu eleştiri kandırmak üzerinden yorumlanıyordu. Oysa oynamak ve oyun bu muydu? Oyunculuk böyle bir şey miydi? Homo Ludens kameralar karşısına geçip gerçek kimliğinin dışında hareket eden insanın karşılığı mıydı? Johan Huizinga’ yı mezarında ters döndürmeye gerek yok.
Oyun bir öğrenme sürecinin en temel hali olarak, en bilinçsiz yaşlarımızdan itibaren hayatımızdaki yerini almıştır. Kişi kim olduğunu bilir. Bir sürü duyg durumunun içinden geçerek yaşam mücadelesini sürdürür. Elbette ki bunu yaparken üstlendiği toplumsal roller vardır ve oynayabilmelidir (gülmeden). Bu rolleri deneyimleyebildiği (prova ettiği) yer de kişiliğinin arka bahçesi olan çocukluk. İlk rol yapma zamanları ve bu konudaki sarsılmaz inanç. 6-7 yaşlarınıza dönün ve ‘’arabacılık’’ oynadığınızı düşünün, şoför olan arkadaşınız ya da siz ben bu şoförlüğü beceremiyorum galiba diye oyundan ayrıldığını anımsayamayacaksınız. Anımsayacağınız yegâne şey mutlak bir inançla rolünüzü sürdürmeye devam ettiğiniz. Peki madem bu kadar iyi oyunculardık ne değişti de ‘’ay ben gülerim’’ noktasına geldik. Çocukluk bitip de cinsiyet kavramları yakamıza yapışıp bir de bunlar üzerinden toplumsal baskılar eklenince içimizdeki oynama heveslisi çocuk utangaç bir yetişkine dönüştü.
Günlük yaşamında nasıl oluyor da bir markete girdiğinde hemen müşteri rolünü benimsemiş olan birey reyonları dolaşırken, para öderken hiç rolden çıkmıyor da bunu sahne üzerinde yapmaya gelince bir tedirginlik hali baş gösteriyor. İzlenme kaygısı mı? Yanlış bir şey yaparım korkusu mu? O hiçbir yolu bilmeyen şoför çocuğun özgüvenine tekrar kavuşmak için biraz cesaret yeterli.
Güle güle oynayın…