1906 yılında 2. Abdülhamid rejimi 30. yılına girmişti. Padişah yaşlandıkça evhamı artmış, iyiden iyiye saraydan çıkmaz olmuştu.
Dahası sırf kendi iktidar alanını korumak için yaptıkları Osmanlı halkları arasında bugün bile kendisini gösteren yaralar açmıştı.
Osmanlı’nın türlü türlü milliyetten, sınıftan, dinden tebaasının birbiriyle birlik olması, Abdülhamid ve kurduğu mafya düzeni için iyi olmazdı. Halk birleşirse çok kolayca onları sömüren, yabancı zenginlere peşkeş çeken, çağdışı bırakan, iktidarı devirebilirdi.
Rejimin gözde aileleri, gözde insanları, gözde şirketleri vardı. Mesela İzmir’de Balyozyanlar, Abdülhamit rejimi ile iç içe geçmiş, kendi çıkarları için Anadolu köylüsüne eziyet ettiriyorlardı. Manisa’da çok büyük bir araziye resmen çöken Balyozyanlar, isyan eden Rum ve Türk köylülerini Osmanlı askerine öldürttürebilecek güce sahipti.
Öbür taraftan Padişah’ın Fehim Paşa gibi adamları İstanbul ve çevresinde öyle bir mafya düzeni, öyle bir yargıdan muaflık ağı kurmuşlardı ki Fehim Paşa istediğinin karısına bile göz dikebiliyor, hatta onu gayet kaçırabiliyordu. Can ve namus güvenliği, padişahın adamlarına denk gelindiğinde katiyyen yoktu. İktidara yakın birisi sizin evladınızın canını alsa bile, bu işten yargılanmaktan kurtulabiliyordu.
Sarayın çıkarlarına aykırı olduğu için teknolojik gelişmeler ya ülkeye gelmiyor ya da inanılmaz fahiş fiyatlara işliyordu. Sadece Ermeni hamalcılar istedi diye, insanların pazardan aldıkları yükleri evlerine kendi başlarına götürme imkanları yoktu. Hamalcılara taşıtmak zorundalardı. Ve fakat bazen rüzgar tersine bir anda dönebiliyordu. Özellikle doğuda Kürt ağalarına kıyak çekmek için yapılan Ermeni mezalimlerinin sonucunda, Ermeniler radikalize olup Abdülhamit’i öldürmeye çalıştıklarında bir gecede tüm hamallar derdest edilebiliyor, yerine Kürt hamallar getirilebiliyordu. Ama halkın yaşadıkları sabit kalıyordu.
Basında çok ağır bir sansür vardı. Padişah kendi burnunu komik bulduğu için, burun demek padişaha hakaret sayılabiliyor, sonucunda, yazan hapse atılabiliyordu. Muhalefet etmenin serbest olması bir yana padişahın sarayı olan Yıldız kelimesinin kullanılması bile muhaliflik olarak algılanıyor, yazan gazete kapatılabiliyordu.
İstanbul Boğazı’nda saraya yakın olarak rüşvetle veya sömürü ile zenginleşen Osmanlılar pahabiçilmez yalılar yaptırırken halk fakirleşiyor, fakirleştikçe hırçınlaşıyor, hırçınlaştıkça gücü Padişaha yetmediği için birbirine sarıyordu. Ohri’den Şam’a, Kars’tan Atina’ya memleketin her yerinde eşkiyalar peydah olmuş, kendilerinden görmediklerine eziyet eder olmuşlardı. Rumlar, Ermenilerden, Ermeniler Türk ve Kürtlerden, Kürtler eşkiyalardan, eşkiyalar okumuşlardan alimlerden, alimler halktan nefret ediyordu.
İşte istibdat dedikleri buydu. Bir çare lazımdı, bir ezberi bozmak, bir korkuyu yenmek, birisinden bir şeylerden nefret etme lüksünü bırakıp birlik olmak gerekiyordu. İttihat ve Terakkiciler, Jön Türklerden başlayarak öncelikle tüm siyasi akımları bir masaya oturtmayı bildiler. Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Ermenilerin içindeki Hınçak ve Taşnaklar, Arnavutlar, Araplar yani birbirinden nefret eden herkes, birbirlerine katil ve terörist diyen herkes istibdatı yıkmak için birlik olacaktı.
Dahası memleketin tüm dağlarındaki tüm çetelerle, Osmanlı’nın belki de yüzlerce senedir düşmanı olan, başlarına ödüller konulan Efe çeteleri ile bile görüşüldü anlaşıldı. Başta kendi iktidarını korumak için herkesi birbirine düşüren bir iktidar varken, eski nefretleri eski acıları yaşatmanın bir manası olmadığı anlatıldı.
Artık halk birlik olmuştu ve devrim için bir kıvılcım gerekiyordu. Bu iyiden iyiye hissediliyordu. O günlerde sarayında “Kim bu İttihatçılar” diye soran Abdülhamit “Sizden gayrisi İttihatçidir hünkarım” cevabını alacaktı.
Beklenen kıvılcım Makedonya’dan Niyazi Bey’den ve Enver Bey’den gelecekti. Ve sene 1908’i gösterdiğinde 2. Meşrutiyet ilan edilecek, İstibdat rejimi sonlanacaktı.
Sonrasında olanlar başka bir yazı konusu. İçinde bulunduğumuz şartlar 120 sene öncekinden çok da farklı değil. Ve fakat hala birbirimizden nefret etme, birbirimize terörist ve katil deme, birbirimizi sevmeme lüksümüzün olduğuna inanıyoruz. Oysa bir şeyleri değiştirmek ancak ve ancak özveriyle, bazen bir şeylere katlanarak olur. 1908’de bunu çok iyi bilirken, bugün unutmuş gibi gözüküyoruz. Oysa bir kez yaptığımız şeyi bir kez daha yapabiliriz. En nihayetinde daha önce yüksek sesle söylediğimiz ve faydasını gördüğümüz bir laf var “Ya hep beraber ya hiç birimiz.”