İngilizler ile yapılan Baltalimanı ve Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca anlaşmalarından sonra İzmir’in kaderi değişir bilirsiniz.
18. yüzyılın sonlarında gayrimüslimlere tanınan bu vergisizlik, arkasında muhteşem bir Ege olan İzmir şehrinin serpilmesine yol açar. Kapitülasyonlar ve Osmanlı’nın ecnebi devletlerce silah zoruyla uzak tutulmasının neticesinde şehirde fabrikaların bacaları bir bir tütmeye başlar. Fakat zenginlik eşit dağılmaz. Şehrin patronları köşklerinde, yalılarında yaşarlarken, halka düşen arkalardaki ve tepedeki mahallelerde bir sonraki depremde yıkılacak evlerde yaşamaktır. Sanayi devrimi gelmiştir gelmesine ama vahşi kapitalizm ile birlikte gelmiştir anlayacağınız.
Şehirde her gün işçi ölümleri olur, zeytin yağı imalatının en sonu olan, prina fabrikalarında patlamalar olur, limanda yükler devrilir, hamallar altında kalır. Kordon köşkleri şatafatlarına şatafat katarken, şehrin arka mahallerindeki sefalet şarkı sözlerine bile yansır. Tüm bu olanlara karşılık şehrin fabrika ve liman işçileri, tütün ve incir hamalları arasında hareketlenmeler olduğu, yavaştan 1 Mayıs’ın kutlanmaya başlandığı ve 2. meşrutiyet havasıyla sendikaların kurulduğu bir iklimde birden dünya savaşı hasıl olur. Daha sonrasında da milliyetçilik. Aynı patronlar tarafından sömürülen halklar birbirlerine düşman oluverirler. En nihayetinde de savaş kopar.
İşgale direnen birkaç yüz kişiden başka ses çıkmaz İzmir’den. Rumlar zaten daha iyi şartların geleceğini düşünerek bir hayal içinde sevinirlerken, Müslümanlar belki kendi şartlarının iyileşeceğini düşünürler. Velhasıl en nihayetinde şehir yanar.
Artık yeni bir Cumhuriyet yeni bir düzen vardır. Anlatı, Yunan ile değil “emperyalistlerle savaşıp bizi sömüren, malımıza konmuş ecnebileri yurttan attık üzerinedir.” 1925 yılında İzmir Belediyesi’ni ziyaret eden Mustafa Kemal şöyle der: “Benim İzmir’i ilk gördüğüm gün, okuldan çıkarılarak sürgün yerine gittiğim gündür. Bu güzel memlekette, sürgüne giderken birkaç saat geçirmiştim. O zaman bu güzel rıhtımı baştanbaşa, bize can düşmanı olan yabancı milletlerden olan zenginlerle dolu görmüştüm. O zaman karar vermiştim ki; İzmir, gerçek asil ve soylu Türk İzmirlilerden gitmiştir; fakat ne acıdır ki, o tarihte gerçeği açıklamama imkân yoktu.” Şimdi o zenginler gitmiş, malları ise halka kalmıştı. İncir depoları, un fabrikaları, tütün mağazaları, neredeyse tüm firmalar belediyenin üzerine geçiriliyordu. 40 bin şehidi cephede kaybetmiştik ama yeni kurulacak düzende hepimiz zengin olacak, hepimizin malı olacaktı. Bunun sembolü de şehrin ortasındaki herkesin malı olan Kültürpark oldu.
Velhasıl geçen yüz sene içinde Kültürpark nasıl tırtıklandıysa öyle tırtıklandı halkın yerleri. Mesela, başta belediye gazinosu olan, herkesin gidebildiği sahildeki yer NATO’ya bir gecede verildi. Şimdi otel olan, Cumhuriyet Meydanı’nın arkasındaki panayır alanı ve evlendirme sarayı, Emekli Sandığı’na otel yapıyoruz denilerek bir askeri darbe sonrasında ecnebilere satıldı. Halkın uğruna Sakarya’da Dumlupınar’da kanını döktüğü ve hak ettiği arazileri yavaş yavaş özel sektör ve zenginler geri alır oldular.
Son zamanlarda iktidarın, İzmir Belediyesi’ne sanki düşman bir şehirmiş gibi uyguladığı silkeleme politikası neticesinde, İzmir Belediyesi belediye çalışanlarının maaşlarını ödeyemez hale gelince, yüz senedir belediyenin elinde bulunan, uğruna şehitler verdiğimiz taşınmazlar satılmaya başlandı. Bunların en büyüklerinden biri Konak, Umurbey Mahallesi’nde bulunan, savaştan önce Faypeas Un Fabrikası olan arazi.
25 senedir CHP’de olan ve bu senelerde korunmaya devam eden arazilerin, böyle bir kilitlemede, diğer hiçbir belediyeye uygulanmayan baskıda satılacağını biliyor olmalılardı. Seçimle alamadıkları, özelleştiremedikleri uğruna kan dökülmüş arazileri böyle satın alıyorlar ve alacaklar. Memleketin çocukları bulutsuz günlere inanıp birbirlerini öldürdükten sonra yine aynı yerler zenginlerin eline geçiyor. Eğer bir şeyler değişmediyse, bunca kavga niye edildi, bunca kan niye döküldü, İzmir niye yandı?