1960’lı yıllarda, gizliliği düşürülüp araştırmacılara açılan İngiliz devleti belgelerinde İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb’in İngiliz Dışişleri Müşteşarlığına 1919 yılında gönderdiği bir rapor yer alır.
Raporda Bay Webb “Görünürde işgal etmedik ama şimdiden valilerini atıyor veya görevden alıyoruz” diyordu. İşte bu valilerden biri Kambur İzzet namıyla bilinen, mütareke zamanı divan-ı harp’in başı olan Kürt Mustafa Paşa’nın yeğeniydi. Kendisi o zamanlardaki tanımıyla “silik, şahsiyetsiz, yüreksiz, aciz, ulusu değil sarayı velinimet sayan, saraya körü körüne bağlı bir adamdı.”
Nurettin Paşa’nın mütareke zamanında Egeli efeleri tutuklayıp Konak hapishanesine atması yeterli görülmemiş, Nurettin Paşa görevden alınmış ve yerine bu saraylı yakını silik adam atanmıştı.
Yeni vali göreve başlar başlamaz, hükümet konağındaki odasına büyükçe bir Osmanlı Arması astırttı. Devlet-i Aliye, Osmanlı iktidarına karşı gelmek, onun yaptığı mütareke şartlarından çıkmak, hainlik, utanmazlık ve hatta alçaklıktı. Bu uğurda İzmirli Türk aydınların örgütlenme çabalarını köstekledi. Hatta dernek yöneticilerini vilayet konağına çağırarak onlara, “Herkes sizi İttihatçılık ve Bolşeviklik ile suçluyor. Devletin bu nazik günlerinde İzmir’de huzuru bozmanıza izin veremem” diyebiliyordu.
İzmir basını zapturapt altındaydı. Gazeteler sansüre uğruyor, gazeteciler hapise atılıyor, iktidarın iktidarını devam ettirmesi yolunda engel görülen herkes Vali beyin zulmüne uğruyordu.
Yunan İşgalinden bir gün önce, maşatlıkta yapılacak “İşgali red” mitingine askerlerini gönderdi, mitingi dağıtmaya çalıştı. Sokaklara çıkma, gösteri yapma yasağı getirdi. Kambur İzzet Bey’e göre Yunan ordusuna direnecek bir kişi, sarayda bulunan Padişah’ın zora düşmesine neden olabilir, onun iktidarını sarsabilirdi. Her şeyden önce devlet, her şeyden önce iktidar geliyordu onun için.
İşgal olduğu gün, halk bir şey yapsa anında tepesine dikilen polis ve jandarma kordonda yoktu. İktidara karşı, halkı dövmekten, yerde sürüklemekten, tutuklayıp hapse atmaktan zerre çekinmeyen vali ve polis kuvveti, efzon askerleri Pasaport İskelesi’nden başlayarak Konak’a yürürken tek bir polis ve jandarma ile karşılaşmadılar.
Bu sessizliğin içinden bir gazetecinin, yazdıkları çizdikleri nedeniyle daha önceden sarayın öfkesine hasıl olan, Bolşeviklik ve ittihatçılık ve hainlik ile suçlanan bir gazetecinin çıktığı söylenir. Ülkenin işgaline karşı atılan ilk kurşunu bir asker, bir polis değil, o askerlerin ve polislerin birkaç gün önce hainlikle suçladığı bir gazeteci atmıştır.
Hasan Tahsin, İzmir gazetecilerine fikrinin ve vicdanının hür bir şekilde vatanperver olmayı gösteren, İzmir gazetecilerinin genetiğine işlenen bir hikayenin baş kahramanıdır.
Günlerin bugün bize getirdiği de benzer işler değil. Çoktan bitmesi gereken bir iktidarın sırf kendi koltuğunu korumak için adaletsizlikler yaptığını, sansür uyguladığını, gazetecileri sırf görevlerini yaptıkları için göz altına alıp tutukladığını görüyoruz. İzmir basınından da esirgemiyorlar bu tavırlarını.
Oysa biz tarihin doğru yanında olduğumuzu biliyoruz. Hasan Tahsin’in meslekdaşları olarak vatanperverlerin kimler olduğunu ve kimlerin de kimler tarafından atandığını çok iyi biliyoruz. İzmir gazetecileri asla boyun eğmeyecek ve asla vatanlarını ve üniversitelilerini sevmekten ve bu uğurda cefa çekmekten vazgeçmeyecek. Bu yola girerken sanılmasın ki İzmir gazetecilerinin hepsine gül bahçesi vaad edildi.
Bilakis hepimizin bildiği hikaye Hasan Tahsin’in ilk kurşundan sonra öldürüldüğü, naaşının ise korkan İzmirliler tarafından günlerce yerde bırakıldığıdır. Biz bunu bilerek, Hasan Tahsin’in başına gelenleri bilerek bu yoldayız.
Kambur İzzetler gibi atanmış olanlar bunu unutmasın ve vazgeçsinler zulmlerinden. Zira ne Kambur İzzet abad oldu yaptıklarıyla, ne şimdi Valilik binasında, onun masasında oturanlar abad olacak.