Gün ışıdı. Gün ısındı. Pazartesilerden veya kendi uydurduğumuz diğer tüm başlangıçlardan medet umabilseydim keşke. Böylece en azından o zaman diliminde mutlu olurdum. Yarın iyi bir güne başlayacağım diye kendimi avuturdum.
Ölene kadar beraber yaşamak zorunda kaldığım kendime katlanabilirdim böylece. Ağır bir şekilde anlamlandırsam da dönem dönem olan bu galiba “kendimize katlanamamak.”
Ödediğimiz bedellerle aldığımız karşılıkların kıyaslamasına girmeyenimiz var mı? “Bunu hak etmemiştim” cümlesini kurmayanımız.
Bölük pörçük olduğunun farkındayım. Farkındalıkların çözüme giden yoldaki ilk adım olduğundan bahsediyorlar. Hiçbir işe yaramıyor. Ya da ben de yaramıyor olabilir. Fark ettikçe sorunlar büyüyor. Sorunlara çözüm üretme şansınız yoksa farkındalık neye yarar? Belki geminin battığını ve kurtuluş olmadığını göre göre çalmaya devam eden orkestraya benzer durum.
Yosun, deniz ve iyot kokularından tesis bir sahil gazinosundayım. Akkum’da.
Koyların otellerle ve sitelerle dolmaya başladığı bir yer artık burası da. Bu dolma işleri yavaş olduğu için mi “slowcity” diyorlar buraya anlamadım.
Garson o kadar yorgun ki kahve istemeye, kahve keyfi yapmaya utanıyorum. Burada oturabilmenin bedeli olan çayı isteyeyim.
Benim tam hatırlayamadığım ama beni tanıyan birilerinin merhabası, adımı söylemesi hal hatır sorması ile takip edildiğim olmasa bile rahatsız edileceğim duygusuna kapılıyorum. O sırada garson da işi gücü bırakıp simit tezgahından kendine bir simit alıp ısırıyor. Biliyordum. Böyle olduğunu. Garsonları, kasiyerleri ve veznedarları hiç anlayamadım. Bütün gün keyif ve para dağıt ama akşam eve dağıttıklarından götüreme.
Değişiklikler diye kendimizi kandırdığımız kaçamaklar da rutinlere dönüşmüyor mu? Büyük resim aslında hep bir rutinden ibaret kalmıyor mu? Çay bitti. Garson da kahvaltı yaptığı için kahve isteyeceğim galiba.
İki güzel kız geçiyor önümden.20'lerinin başlarında. Uzak bir masaya gidiyorlar. Asık suratları boca edilmiş parfümlerine tezat. Takdir ediyorum bu kızları. Mutsuz olma haklarını kullanıyorlar. Neşe mutluluk ve kahkahalarla erkekleri kendilerine çekip sonra ilişki boyunca surat yapma haklarını kullanmıyorlar mı yoksa bunlar. Parfüm kokuları uzunca bir süre gitmiyor. Gazinonun girişinde el tezgahında simit satan adam da bir çay aldı. Evet kahve isteyebilirim artık.
Bu arada böyle sakinmiş gibi anlattığıma bakmayın sert bir rüzgar var. Yat limanından yukarı çıkarken adeta dövdü beni. Yat limanına elinde BİM poşetiyle giren zengin kadın. Yat paralarını tasarrufla biriktirmiş belli.
3 kişi 3 yaşlı teyze geldi garson kahvemi sinirle masaya koyarken, her biri çantalarını da yanlarına çektikleri bir sandalyeye koyabilmek adına masalarına 6'ıncı sandalyeyi getirmek istiyorlar. Benim boş sandalyelerimden birini almak için izin istiyorlar. Yanımdaki üç boş sandalyeyi fazla görmüşler. Onlarla alay etmek istiyorum “Ben de sizin masadan aldım zaten” diyorum. Haklılıklarıyla gurur duyuyorlar.
Marinadan çıkıp sonra aşağı inen dik yolda yorulmuşum demek ki dinlenince fark ettim. Yokuş aşağı inmek de yoruyor. Hayat hep yoruyor.
Parfüm kokularının yerini tekrar nem, deniz ve iyot aldı. Bir ara kasaya baktığımda garsonun kendine de Türk kahvesi yapmış ve içiyor olduğunu görüyorum. Herkesin karşılıklı kahve içme hakkı vardır değil mi?
Mutlu muyum? Ne hissediyorum? Kafam neden böyle karışık. Aklıma en mutlu olduğumuz anların bozulması korkusuyla ilk bozma girişiminde kendimizin bulunduğu geliyor. 'Vesikalı yarim'de Sabahat’in Halil'e "Burası seninle artık barınak olmaktan öte bir ev" diyen mutlu Halil ve birbirlerine sevgi dolu bakışları geliyor. Ve sonra bu mutluluğu ilk bozanın gene kendileri olduğu. Halil'in bir anda efkara bürünüp "Ama bizi rahat bırakmayacaklardır" deyişi.
Bizi en çok yine kendimiz rahat bırakmıyoruz galiba...
- - - -