Yabancısı olduğu bir yerde uyumanın yorgunluğu da eklenince sabah hiç dinlenmemiş kalktı. Kafasını çevirip sol kolunun üzerindeki yastıkta yüzü gömülü yatan kadına baktı. Sarı saçları ve ince vücudu beraber düşünülünce, kadın sanki uçları dağılmaya başlayan bir halatı andırıyordu.
Kolunu yastığın altından çekip çıkarırken düşündü: “Burada ne işim var? Babam şu anda ne yapıyor?” Babasının nefes alırken dünyaya lanetler okuduğunu hissediyordu. “ Bugün gidip onu görsem iyi olacak. Belki kendime karşı duyduğum ‘nankör evlat olmanın nefreti’ de böylece azalacak.”
Çırılçıplak vücudunu umursamadan yataktan çıkıp, odanın camına doğru yürüdü, perdeyi açtı. Aydınlanmak üzere olan gün, otelin önündeki çocuk parkının oyuncaklarını gölgeden gerçeğe çeviriyordu. Hala tek tük de olsa görülen şu kuş serisi arabalardan beyaz bir tanesi parkın etrafından dolaşıp geçti. Araç tam olarak, kaloriferlerin motor ısısını direk koltuklara üflediği ve arabanın içinin de sıcak metal koktuğu, döneminin en lüks arabalarından ama şimdinin dört tekerli hurdalarından biriydi. Parka gelen çocukların ve ailelerinin baktığı boz ve büyük bir it uzandığı kartonların üstünden kalkıp hurda arabanın geri dönmeyeceğine emin olduktan sonra cesaretini topladı, birkaç kez aracın arkasından havladı. Damlarken dolduğu anlaşılmayan ve son damlayla birden taşan bir bardak oldu gün, biriken ışınlar bir anda geceyi gün yaptı. Sokak lambalarının bazıları kararlı yandı, bazıları söndü, bazılarıysa ne yanmayı ne sönmeyi becerebildi.
Odanın zeminine bakındı. Yerdeki kırmızı topuklu ayakkabılara, bu ayakkabıların içinde çıkarılmış, anneannesinin giydiği renkten külotlu çoraba… Yere saçılmış gecelik ve iç çamaşırlarına takılıp kaldı gözleri. Özellikle çoraplardan sonra başlayan bir mide bulantısı yaşadı. Kendinden bir tiksinti duydu. Otel odasının halısında çıkardığı dağcı botları tüm bu garip ve bir dürtüyü tetiklemeye çalışan kıyafetlerin yanında ne kadar da kabaydı. Kendi kıyafetleri de sanki dün gecenin işaretleri olarak yataktaki sarı saçlı uzun ve zayıf kadının elbiseleriyle iç içeydi. Kafası beyaz yastığa yüzüstü gömülü uyuyan, sarı saçları yastığın büyük kısmını kapayan, narin gövdesi yorgana adeta dolaşmış buğday rengi bir halat gibi duran kadını süzdü.
“Seks de bir ihtiyaçtır aynı yemek yemek gibi” diye düşünenlerden bir kez daha nefret etti.
Hangimiz sofra toplanırken böyle aptalca duygularla sofraya bakıp, çatal ve bıçağa, tabaklara karşı garip şeyler hissediyoruz, yemeğin ağzımıza girerken çatalın ucundaki halini hatırlıyor, her bir lokmanın yutuluşunun, farklı farklı biçimde ve olmadık yerde gözümüzün önünde belirmesine şahit oluyoruz.”