İzmir miydi burası? Aliağa’da başlayan lükse hoş geldiniz diyen kaymak asfaltın bir anda bittiği bir yer. Galiba sadece Çanakkale’den çıkarken istikamet olarak İzmir’di. Belki de bir yerleşim birimi değil yazları çocukluğumun geçtiği zaman dilimiydi.
Şemikler’in tabelası belirince beton yolları da başlıyordu. Sürekli keskin dönüşler yapan, beşer onar metrelik her plakanın arası çizgi halinde ziftli bir yol. Sonra bir anda köy kokusu. Tezek kokusuydu belki bilmem. Anneannemlerin eve gelene kadar bu beton yolları döner durur, Şemikler tren istasyonun göründüğü sokağın başına kadar giderdik. Evin karşısında dev iğde ağaçlarından bir çitin içinde çok büyük bir inek çiftliği vardı. Muhitteki evlerin bahçe duvarları kireçle boyanmış kerpiçti. Tek katlı ve çatısında teras olan evler, evet evet burası başka bir yerdi. İzmir falan değildi, çünkü geceleri herkes o teraslarda yatar, uyuyana kadar da sohbet ederdi. İzmir yürüyerek bir saat uzaktaydı. Parsel aralarında boş arsalar… Birisi de bizim evin sağında. Bu arsalarda yapılan maçlardan sonra, şimdi fotoğraflarını görünce yüreklerin pır ettiği abuk sabuk şekerlemelerden yerdik.
Saat başı diye hatırlıyorum, (eminim tüm devasa hatırlanan şeyler gibi yıllar sonra yanına gidince küçücüktür ya -belki de yalnızca günde bir kez-) öyle büyük bir gürültüyle tren geçerdi ki. Demirin demiri ezdiği bu anlarda yoksul mahallelerimiz daha hüzünlü bir hal alırdı.
Sokakta birkaç Almancı işçi ailesi vardı, sadece yaz tatillerine memlekete gelen. Yaşıtımız çocuklarıyla oynardık. Ama mahallenin diğer çocukları gibi değildi onlar. Nasıl olduklarını ben de çözememiştim. Bazı gün çok sıcak arkadaşlarken bazı gün bir anda küçümsüyorlardı bizi. Bunu bizde olmayan kaliteli bir oyuncağı evden getirerek de başlatabiliyorlardı, bir anda Almanca konuşarak da. Böyle anlarda Allahtan birimizin annesi ismimizi sokağa bağırırdı da bu sıkıntılı oyundan kurtulurduk. Evet, babalar işten gelmeden evde olunan günlerdendi.
Bu köy yerinden yaklaşık bir saatlik (7-8 yaşında çocuk yürümesiyle) mesafedeyse zengin bir bölge başlıyordu. Zenginleri bilirsiniz, oturdukları evler de başkadır giydikleri elbiseler de yedikleri yemekler de . Bana kalırsa yapıldıkları madde bile farklıydı ya neyse… İşte biz bu bir saatlik yürüyüşün ardından (kimimizin ayağında şimdi hela terliği olarak kullanılan terlikler kimimizde komşu çocuğunun büyük ayakkabıları) beş altı çocuk elimizde kasadan yapılmış bir kaykay ve Almancı çocuklarının getirdiği (onlar Almanya da çok daha güzel pistler gördüklerinden gelmezlerdi)bir gerçek kaykayla beraber o zaman yeni yapılmış olduğu söylenen( şimdiki Bostanlı vapur iskelesinin karşısındaki sokaktan girince görebileceğiniz) kaykay pistine giderdik. Sabah evdekilere kapının önünde oynamak üzere izin alırken verdiğimiz sözleri unutarak. Belki de anneler de bizim o sözü tutmama ihtimalimizi göze alıyorlardı, bilemem. Benim söz tutamama alışkanlığım hala çocukluğumdaki mutlu anların vaadinde nüks eder. Allahtan ki bir saatlik düşlerde değil bir saniyelik göz açıp kapama anlarında. Siz de de olmaz mı?
Şimdi bunlar çok uzaklarda bazen oralara gitsem de şehirden eskisi kadar kopuk değilse de benim çocukluğumdan tamamen kopmuş. Aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Ne çapraz komşunun kapısındaki lüks kırmızı Murat 124 ‘ü, ne akşamları Kuran kursu çıkışlarında kapı önünde benimle ayaküstü üç dört cümle konuşan başı örtülü Ayşe’yi.(bu üç dört cümlenin ikisi tekrarlanan ‘annemler bekliyor’du. Gerisi yoksul bir tebessümle süslü ‘bugün şu duaları öğrendik’ti)
- - - - -