Bu yaralı toplumun en büyük sancılarından biri ‘baba’ kavramı muhtemelen. Onunla - dolayısıyla otorite meselesiyle- hem mecazi olarak derdimiz var hem de gerçek yaşamda yarım kalan baba hikâyeleri, ruhumuzda dramatik hatta travmatik biçimde yer kaplıyor. Bu kapsayıcı durum az ya da çok her öyküye sirayet ettiği için ‘baba-çocuk’ anlatılarına daha bir dikkatle bakıyoruz.  Ama bu daha çok hissiyata ilişkin bir dikkat. Tuhaf biçimde bu tarz yarım ilişkilerin getirdiği acıları tekrar tekrar duyumsamaktan çekinmiyoruz. Belki de sorunun çözümünden çok içimizde yarattığı dalgalanmayı sevdiğimizden…

YÜZEYDE KALAN BİR FİLM

Âşıklar Bayramı bu bitimsiz sorunsalın yeni bir örneği. Kemal Varol’un üçlemesindeki aynı adlı romandan uyarlanıyor. Sonbahar’la (2008) sinemamıza çok güçlü bir film armağan eden Özcan Alper, senaryoyu Kemal Varol’la yazmış. Hemen şunu belirtmek gerek, Âşıklar Bayramı aslında kötü bir film değil. Başı sonu belli, kendince akıp giden, teknik olarak da oldukça başarılı. Ama anlatım tercihlerinden kaynaklanan sorunlar var. Özellikle çıkış noktası bu filmin yükünü taşıyacak kadar derinlikli değil.  Özcan Alper öykünün kendisinden çok bir hisse bakmak istemiş, ana kahramanın yaşadığı baba eksikliğini belki seyirciye de geçirmek istemiş, fakat işte film bundan ötesine geçemiyor. Hikâyenin derinlerine gitmek, baba-oğul arasındaki sorunun arka planını öğrenmek istiyoruz.  Romandaki pek çok ayrıntı es geçildiği için seyirci yalnızca baba yokluğunun bıraktığı acı duyguyla baş başa kalıyor. Bu da filmin özellikle ikinci yarı zayıflamasına, ritmini kaybetmesine neden oluyor.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Film Kırşehir’de avukatlık yapan Yusuf’un bir çocukluk anısıyla açılıyor. Babasıyla eski tip bir stüdyoda fotoğraf çektiriyorlar. Aralarında mesafeli bir ilişki olduğunu anlıyoruz. Baba aslında oğlunu seviyor ama bu coğrafya babalarının sevdiğini belli edememe hastalığı var ya, belki de bundan sebep bir uzaklık söz konusu. Zaten sonra da eşinden ayrılıp şehri terk ediyor. Bu kısa epilog sahnesinden sonra 25 yıl sonraki Yusuf’u o kır mı kır şehrin yalnızlığı içinde görüyoruz. Günlerinin sıkıntıyla geçtiği belli.  Aşk ilişkileri açısından da sorunlar yaşıyor. Belli ki babasızlığın getirdiği sevgisizlik kişiliğini çizmiş. Derken babası yıllar sonra birden çıkıp geliyor. Oğlundan saklıyor ama ölmek üzere. Eski dostlarla, sevdikleriyle helâlleşmek, af dilemek istiyor. Durumun farkına varan Yusuf, Kars’taki Âşıklar Bayramı’na gitmek isteyen babasına eşlik etmeye karar veriyor. Böylece zaman zaman çatışmaların yaşandığı ama ne yazık ki pek derinleşmeyen bir baba-oğul yüzleşmesine geçiyoruz.

BİR TÜRLÜ YÜZLEŞEMEMEK

Filmin güç kaybettiği yer de burası aslında. Çünkü Yusuf gibi biz de 25 yıl boyunca oğlunu neden arayıp sormadığını merak ediyoruz. Yanıtsa çok kısa oluyor: “Sizden uzak olursam daha iyi olacağını düşündüm.”  Böylesine kes(k)in bir yokluğun sebebi havada kalıyor. Üstelik bunu sadece Heves Ali’nin kişiliğine bağlamak da yetmiyor. Uçarı, sorumluluk sahibi olmayan, sadece sazıyla yaşayan, her gittiği köyde başka bir kadına sevdalanan sanatkâr kişiliğinin yansımasıysa eğer filmin buralara daha çok dokunması, âşık karakterini olabildiğince incelemesi gerekirdi. Üstelik sinemamızda neredeyse hiç el atılmamış bir konu olarak saz şairlerinin dünyasına bakma fırsatı da varken… Hâl böyle olunca babasını affetme yükü tümüyle Yusuf’a kalıyor. Filmdeki diğer karakterler, özellikle eski yavuklulardan Zere Kadın da bunu destekliyor zaten. “Bunca yıldan sonra kalkıp af dilemeye gelmiş, neymiş, nedenmiş sorulur mu?”

PEKİ ÂŞIKLIK  GELENEĞİ?

Oysa burada Yusuf’un babasından ötürü uzak, belki de önyargılı olduğu âşıklık mesleğini yavaş yavaş anlamaya çalışması, aralarındaki ilişkinin romanda olduğu gibi bağlama üzerinden kurulması daha etkili olabilirdi. Böylece karakterlerin birbirlerinin dünyasını anlamaya çalışması incelikli bir biçimde işlenebilirdi. Bu duruma bir de kadın karakterlerin eksikliğini eklemek gerek. Sanki bu tür bir yarım bırakılmışlık hep baba-oğul arasında olurmuş gibi… Filmde ne Yusuf’un annesini ve öyküsünü öğrenebiliyoruz ne de baba ve oğulun tanıştığı kadınları yakından tanıyabiliyoruz. Zere Kadın bir parça öne çıksa da Heves Ali’ye âşık olmuş, yıllarca küsüp kenara çekilmiş edilgen bir figür olarak çiziliyor. Oysa saz çalan, türkü yakan bir karakter bu. Benzer biçimde Yusuf da kadınlara karşı acımasız. Telefonlarını açmadığı Yıldız bir yana, Elazığ’da hastanede tanıştığı hemşire Dilek’le bir gece geçirmesine rağmen kadınların varlığı, konumu hakkında dişe dokunur bir emare yok. Bu sahneler de büyük ölçüde yarım kalıyor.  Belki sevgiyi öğrenememiş bir çocuğun tavrı denebilir buna. Ama film bu tutumu derinlemesine irdelemekten kaçınıyor gibi. Hâl böyle olunca yaşanan acı duyguyu anlamak ancak oyuncunun performansına bağlı bir şeye dönüşüyor. Bu arada Settar Tanrıöğen Heves Ali rolüne çok iyi oturmuş, etkili bir kompozisyon çiziyor fakat karakterin boşlukları, anlatılmayan noktaları bu performansı gölgeliyor. Bu durum Kıvanç Tatlıtuğ için de geçerli.  İyi oyunculuklar, maalesef derinleşemeyen yapı sebebiyle güme gidiyor. Oysa âşıklık geleneğini merkeze alan, türkülere, alevi kültürüne daha geniş yer veren bir anlatı çok daha etkili olurdu. Bu konuda epey eleştiri de aldı film. Kültürel öğelerin, örneğin cem sahnelerinin, demlenmelerin eksik ya da yanlış yansıtıldığına ilişkin dikkat çeken noktalar var. Ben de kendi adıma finaldeki âşıklar bayramı sahnesinin daha etkili olmasını beklerdim. Heves Ali’den ötürü dokunaklı bir yanı yok değil ama bütün bu helâlleşme hikâyesi kültürle daha derin bağ kurabilirdi. İzleyici de Yusuf gibi o kültürden uzak kalmış çünkü. Özcan Alper çok daha derinlikli, yetkin filmlere imza atabilecek bir sinemacı. Sonraki filmlerinde dilerim bu tip noktaları es geçmez.