“Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık bahara*”
On ilimizi vuran ama tüm ülkeyi “yıkan” depremin üzerinden iki hafta geçti. Devlet arama kurtarma çalışmalarına son verdi, enkazı kaldırma derdine düştü. Yıkımdan canını kurtaranların, cenazelerini alanların çok büyük bir bölümü, yardıma giden yerli-yabancı kurtarma ekipleri birer ikişer şehirleri terk etti.
Yani, “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız”, gidecek yeri ve gücü olmayanlar kaldı geride; onlar da çadır veya konteyner kentlerde hayatta kalmaya çalışıyorlar. Televizyon kanallarında, uluslararası kamuoyunda yardımlar toplanıyor. Milyonlar, milyarlar havada uçuşuyor. Ama biz halk olarak bu milyonların çadırlara hiç uğramayacağını biliyoruz. O yüzden nasıl denetlendiğini, kimler tarafından hangi yöntemle yönetildiğini bilmediğimiz platformlara, bireysel kahramanlara devletten daha fazla güveniyor, bağış yapıyoruz. Bu aslında asıl enkazın gözümüzün önünde durduğunun net bir göstergesi.
Asıl enkaz 118 bin binanın yıkımından oluşan enkaz değil. Asıl enkaz, liyakatsizlikle, yolsuzlukla, kâr hırsıyla tüm kolonları kesilmiş devlet mekanizmasının enkazı. Öyle dün çökmüş bir enkaz da değil bu, çok uzun zamandır gözümüzün önünde duruyordu. Pandemide sağlıktaki çöküşü, bir gecede kaldırılmaya çalışılan İstanbul Sözleşmesi ve daha birçok hukuksuz kararla yargıdaki çöküşü, defalarca çalınan sorularla eğitimdeki çöküşü görmüştük. Bir distopya filmi gibi kameranın görüş açısına yeni bir yıkım giriyordu. Görüyorduk ama üzerinde duramıyorduk. On binlerce insanı kaybettiğimiz deprem bize artık çökecek bir şeyin kalmadığını gösterdi.
Şimdi distopyanın kamera açısı sürekli farklı yönlere kaydırılmaya çalışılıyor. Özellikle deprem bölgesinde göçmen düşmanlığı kışkırtılıyor. Göçmenlere giden yardımlar engellenmeye çalışılıyor. Sosyal medyada deprem bölgesindeki güvenlik tehdidinin göçmenler olduğu algısı yaratılıyor.
Diyanet depremzede çocukların evlat edinilip edinilemeyeceği sorusuna hiç alakası yokken "Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukuki birtakım sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesi kabul edilmiş değildir. Buna göre, evlat edinenle evlatlık arasındaki bu ilişki sebebiyle bir evlenme engeli doğmadığı gibi, evlatlığın kendi öz anne babasının yerine, evlat edinenlerin nesebine kaydedilmesi de caiz değildir” diye cevap veriyor.
Bakanlar sakallarını kesmiyor, “Çok yorgunuz, gece gündüz çalışıyoruz” algısı yaratılıyor.
Birileri ölü çocukları “balonlarla” avutmaya çalışırken, birileri sosyologmuş, psikologmuş gibi ya da uzmanlığı toplumsal yasmış gibi, “Hayatımız normale dönmeli, işe gitmeli, yaşananları geride bırakmalıyız” diyor.
Bilmiyorlar ki bu kez diğerleri gibi değil. Kamera açısını nereye çevirirlerse çevirsinler enkaz görünüyor.
Bilmiyorlar ki her şeyi geride bıraksak aklımızdaki, “Bir gün enkaz altında kalırsam beni kurtarmaya gelmeyecekler” düşüncesini geride bırakamayız.
Bilmiyorlar ki bizim bu enkazı kaldırmaktan başka çaremiz yok.
Nasıl depremin ilk anından beri devletin ilan etmediği seferberliği ilan ettik. Onların kuramadığı koordinasyonları kurduk, su ve yemek taşıdık. Onların iş makineleriyle girdiği enkazlara biz çıplak ellerimizle girdik. Yine öyle yapacağız, biz bu ENKAZI hep birlikte kaldıracağız.
Not: Yazının başındaki şiir Atilla İlhan’ın “O mahur beste” şiirinden alıntıdır.