Depremin şüphesiz en fazla hissedildiği binlerce insanımızı kaybettiğimiz Antakya’da, ölülerin anıldığı 40. gün dini ritüeli protestoya dönüştü. Arap alevi ve hristiyanların bir arada yaşadığı Samandağ’da kadınlar her ölümün 7. ve 40. gününde yaptıkları ritüeli, bu kez koca bir şehir için yaptılar. Ritüele göre cenazenin kırkı çıktığında kadınlar evlerinden ‘bahur’ adı verilen bir tütsü yakarak mezarlığa yürür ve mezarlara reyhan dalı bırakılır, ölünün ruhu için Kur’an okurdu.
Bu kez bahurlar, ilçenin en fazla hasar gören Cumhuriyet Mahallesi’nde yakıldı. Yıkık evlerin arasında yürüyen kadınlara, erkekler de eşlik etti. Ellerinde reyhan dalı taşıyan kadınların mezarlığa gitmesine gerek bile yoktu. Çünkü koca bir ilçe büyük bir mezarlığa dönmüştü. 40 gün geçmesine rağmen hala kalkmayan enkazlar, enkaz altında sevdiklerinin cansız bedenleri vardı, yüreklerde acının yanında büyük bir öfke vardı.
Ve öfke bir slogana dönüştü, “Me rihna, nihna hon” (Gitmedik, biz buradayız)
***
Siz gördünüz mü bilmiyorum ama bu yaşandı. Soruyorum çünkü, ben ana akım televizyon kanalarının hiçbirinde görmedim bu haberi, oysa enkazların arasında, ellerinde reyhanlarla yürüyen kadınlar dünyanın her yerinde haber değeri taşır. Gazetecinin temel görevi kamunun sesi olmaktır, sesi dinlemeyenden ses olmasını bekleyemezsiniz.
Türkiye’de gazetecilik uzun zamandır bir sınav veriyor ve çoğu alanlarda çoktan sınıfta kaldı. Bunu biliyoruz ancak sınıfta kalmayan; her türlü baskıya, olumsuzluğa karşı işini yapmaya çalışan gazeteciler var. Onlar sayesinde aldık Samandağ’da yanan bahur kokusunu.
Deprem bölgesinde OHAL var ve bu gazetecilerin üzerinde bir sopa olarak kullanılıyor. Bölgeden hala haber alabiliyorsak bunun nasıl olabildiğini, bu haberlerin, belgesellerin ne koşullarda yapıldığını, deprem bölgesinden bir gazetecinin paylaşımı ile göstermek istedim. İşte gazeteci Kazım Kızıl’ın sosyal medya hesabı aracılığıyla aktardığı olaylar;
Deprem bölgesindeki 40. günüm. Hala bölgedeyim. Video haber ve fotoğraflarla bölgede yaşananları, ihtiyaçları, sorunları aktarmaya çalışıyorum. Burayı düşününce insan kendisinden bahsetmeye utanıyor, ancak bilinsin diye kendime dair ufak bir "raporlandırma" yapmak istedim.
1) 9 Şubat, Hatay girişi... Uluslararası bir ajans için çalışan 3 kişilik bir ekibiz. Saatler sonra zar zor ulaştığımız Hatay-Kırıkhan yol ayrımında asker tarafından durduruluyoruz. Geçişimize izin verilmiyor. Üstüne bağırıyor ve bizi yardım taşıyan tırcılara hedef gösteriyorlar.
2) 10 Şubat, Maraş. Ekip canlı yayın yaparken ben dolaşıyorum. Çevik kuvvet kartımı soruyor, arabada unutmuşum, alıp getiriyorum. Bu sefer de izin soruyor. Herkes gergin, uzatmak istemiyorum, peki diyorum. Çekim yapmamama rağmen 2 dk. sonra beni çevredekilere hedef gösteriyor.
3) 23 Şubat, yine Maraş'tayız. Merkezde röportaj yapıyoruz. Önce 3 sivil polis geliyor. Basın kartı, kimlik soruyorlar gösteriyoruz. Başka bir ekibi çağırıyorlar. Onlara da gösteriyoruz. Yaklaşık 1 saat sürüyor bu işlemler, sürekli bir yerlere telefon açıyorlar filan. Birçok sorudan sonra röportaj yaptığımız kişinin ne söylediğini de soruyor, bunu etik olarak cevaplamayacağımı iletiyorum. Peki diyorlar. Ardından bize Maraş'ın çok sağcı olduğunu, bu kontrolleri bizim iyiliğimiz için yaptıklarını belirtip "sorgu"ya bir son veriyorlar…
… Birçok gazeteci arkadaşım da benzer şeyleri yaşıyorlar ne yazık ki. Amaç çok belli. Ancak biz buradayız ve olmaya devam edeceğiz!
***
Kazım Kızıl’ın anlattıkları sadece bunlar da değil, kronolojik bir sırayla baskının, nasıl tahammül edilemez hale geldiğini gözler önüne seriyor. Kişisel hesabından yazının devamını okuyabilirsiniz.
Bu yaşananlar sadece Kazım Kızıl’ın not defterinde değil bizim de not defterlerimizde bulunsun diye köşeme taşıdım.
Çünkü, Me rihna, nihna hon! Biz de burayız hiçbir yere gitmiyoruz.