Beşiktaş semtinden çok çok uzaklarda bir yerde, yoksul bir Ankara mahallesinden sesleniyor Orçun Masatçı ilk kitabı Öykülerden Kovulanlar’da bizlere. Öyle ‘sesleniyor’ dediğime de bakmayın. Masatçı; tıpkı o yoksul mahalle gibi; kıyıda köşede kalmış, örselenmiş, yok sayılmışların, yani asla keyifli bir öyküye kavuşamamış olanların, yani gerçek emekçilerin, kendi tabiriyle aralarında büyüdüğü –birçoğumuzun çok yakından tanıdığımızı iddia ettiğimiz- ‘makarnacılar’ın, ‘kömürcüler’in kovulmuşluğunun çığlığını aktarıyor bizlere. Kitaptaki yazılar Ankara’dan İzmir’e, sonra yine Ankara’ya, bazen İstanbul’a sıçrasa da bir tek şey değişmiyor: Aslında her yerde olan öykülerden kovulmuş insanlar. Bu kimi zaman aşık bir Beşiktaşlı, kimi zamansa koca yaz tatilini Dünya Kupası’nda Sovyetler Birliği’ni izlemeye ayırmış, onunla yatıp onunla kalkmış bir çocuk oluveriyor. Ya da arayan bir göz onları seçip bize aktarmanın bir yolunu buluyor.
Masatçı’nın yazılarındaki dili; güzel olan her şeye çocuksu bir aşkla bağlanmış bir genci anımsatıyor biz okurlara. Şiirlerini arabesk bulan hocalara, semtlerine uğramayan tiyatrolara kızan, sürekli hırpalanan, bu nedenle bir yanı hep hırçın olan ama her daim çocuksu bir çabayla çembere dahil olmaya çabalayan o genç bir de bakıyor ki; çemberin dışı bir hayli kalabalık: Suruç’ta yitirilen düş yolcuları, KHK ile görevinden uzaklaştırılan akademisyenler, Sivas’ta diri diri yakılan ozanlar…
Gerisi haklı bir mücadelenin içinde olmanın, boyun eğmeden, kol kola, yüksek sesle ‘Hayır’ diye bağırırken “Bakmayın siz yıkıldı o inandığınız yaşam diyenlere. Oldu ya bir kere o yeter. Hani ilk demlendiğinde çay, tutturulmuş mudur ki demi? Hani ilk bulunduğunda ateş anlaşılmış mıdır değeri?” diyebilmenin tarifsiz mutluluğu… İşte tam da bu noktada Masatçı kalemin sivri ucunu adaletsizliklerin kaynağına, emek hırsızlarına –küçükken küfrettiği zenginlere- savuruyor. Bunu yaparken kaba bir ajitasyona sığınmıyor ya sırf bunun için satırlarda kaybolmaya değer: “(…) Dedim ya kimileri teslim oldu azıcık ısınmaya, bir öğün karnını doyurmaya ki kardeşimizdir bizim onlar. Biz ise kızdık bizi satın almaya çalışanlara üstümüz başımız yara, ruhumuzda anlatılmaz bir boşlukla bulaştık Komünizm denen o tatlı belaya.”
Masatçı’nın yazılarında kullandığı ‘şiirsel’ dilden, bir kelimeyle anlattığı onlarca şeyden, tiyatro da edebiyat da nasibini alıyor elbette. Öyle çok uzaklara da gitmiyor yazar. Kiraz mevsimiyle Sait Faik’i, saatin zamanın döngüselliğiyle Ahmet Hamdi’yi, Rakı şişesiyle Can Yücel’i, tiyatronun gücüyle Haldun Taner’i aktarıyor okura. Okuru yormuyor gibi görünen bu anlatım bir yerde onu köşeye sıkıştırıyor. Sözgelimi “Yazma gayrı sosyal paylaşım sitene bugün Galatasaray, Fenerbahçe diye. Bugün günlerden isyan” deyip, okuyucudan bir cevap, bir reaksiyon bekliyor. Bunu yaparken çocuksu bir heyecanla bağlandığı Beşiktaş’a öyle bir göz kırpıyor ki, Ankara’nın kovulmuş bir semtinde zenginlere küfreden çocuğun parmak işaretini satırlarda görebiliyor, “En Güzel Beşiktaş’ın Çocukları Sever” diyen duvar yazısına bakıp yazıya da, çocuğa da, parmağına da gülümseyebiliyorsunuz.
Sokakta tiyatro yaparken, tribünde tezahürat ederken, eylemlerde slogan atarken, meyhanede rakı içerken gözümüzün önüne gelen Masatçı, bu sefer ‘öykümsü yazıları’yla karşımızda: “Yani olur da alır okursanız bu kitabı, Ankara’nın o çirkin(!) mahallelerinin yoksul çocuğu yazdı. Her öykünün çirkini, her öykünün figüranı kaldık biz de hayatta. Çabamızın ve emeğimizin görünmez olması, durmadan iftiraya uğramamız, her saatimizin kavgayla geçmesi bundan belki de. Hırpalandık ve hırçın büyüdük haliyle.”
Biz Kitap’tan çıkan ‘Öykülerden Kovulanlar’da 18 güzel öykü-yazı bulunuyor. Kitabı sahilde güneşlenirken ya da yatakta uykuya dalarken okumayın, ziyan olmasın. Bir yürüyüş dönüşünde, bir tiyatro arasında, işe giderken, maçtan dönerken…
Bu kitabı, bazen ‘söverken’ okuyun derim.