Merhaba Samim Bey,
Eylülün nerdeyse yarısını, anılarınızın güldestesi “Bu da Geçti Yahu” elimin altında geçtim. Kent kent, kasaba kasaba dolaştım sizinle ve ne çok dostla buluştum yeniden!.. Aklımda hep o Karşıyaka’daki eviniz.
Yine sıcak bir eylül ikindisiydi, epeyce de kalabalıktık. Her köşesinde ayak iziniz, bakışınız, sessizce çalışmanız... Sevgili Şükrü ve Fadıl Kocagöz, adım adım gezdiriyor evinizi. Dikkatimi toplamakta zorlanıyorum çünkü alıp başımı başka mekânlara (Söke’ye, Bafa’ya, İstanbul’a, İzmir’in dört bir yanına, Ankara’ya, yurtdışına...) varıyorum. O yıllarda yenile taşındığım İzmir’in Nokta’sında buluyorum kendimi sıklıkla. İlle de Halikarnas Balıkçısı’yla sohbetleriniz düşüyor aklıma. Evinizi böyle “kalabalık” dolaşmak da güzel!
Bir ara çalışma odanızda alıyoruz soluğu. Masanız, daktilonuz, daktiloda yarısına kadar yazılmış bir kâğıt. Kimi dostlar izin alıp fotoğrafını çekiyorlar yarım bırakılmış yazınızın. Ben de basıyorum deklanşöre... Makinede siyah-beyaz film var. Hüzünle karışık bir sevinç! Eğilip birkaç satır okuyoruz. “Bir öykü bu...” diyor konuklardan biri... Bugün de aklımdan çıkmayan o kareyi, nedendir bilmem, hiçbir yerde yayımlamıyorum. Belgeliğimde duruyor yerli yerinde. Sonra evinizin, özellikle çalışma odanızın planı dikkatimi çekiyor. O gün bir şey sormuyorum kimseye. Yıllar sonra yazar dostlardan biri (Kim olduğunu çıkaramıyorum şimdi. Yaşlanıyor muyuz, bilmem!) anlatıyor, odanızın neden bahçe duvarına bu denli yakın konumda olduğunu... “Kütüphanesi kitapları için yetersiz kaldıkça Samim Bey odasını, böyle ekleye ekleye uzatmıştı. Ondandır odanın böyle duvara yaslanması...”
O daktiloda kalan kâğıt da tanıktır ne denli çalışkan olduğunuza ama Fethi Savaşçı’nın size “Bir Mektup Çalışkanı” demesi, kendisine yolladığınız iki yüz elliyi aşkın mektup ve bir o kadar da “kart”tan söz açması... mektubu neredeyse hepten unutmuş günümüz insanı için kolay anlaşılır bir durum değildir. Yazışma, haberleşme olanakları arttıkça yazıya ayırdığımız süre de azaldı mı, diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Aslında birbirimize ayırdığımız zamanlar azaldı. Telefonlarımıza yüklenmiş yuvarlak/ özelliği ve inceliği hele ki kişiye özgülüğü olmayan kutlama “mesaj”larını, listemizdeki herkese, kimseyi anımsamadan topluca yollamaları “yazışma” sayar olduk. Yaşam boyu mücadele ettiğiniz kapitalizmin insanı insandan, insanı kendinden uzaklaştırma oyunu bu Samim Bey.
***
Size son yılların hangi rezilliğini yazsam, bilemedim.
“Bu da Geçti Yahu”nun bir ameliyat günlüğü niteliği de taşıyan giriş bölümünde şu satırların altını çizmişim:
“Hastane -fakülte diyelim- yöneticileri, hastaları, (ameliyat öncesinde) oteldeymiş gibi günlerce yatırıp hastasına göre, Sigortadan, Emekli Sandığından para çekiyorlardı.”
12 Eylül cunta kepazeliğinin hemen sonrasında kaleme aldığınız anılarınızda yer alan bu satırlar, cuntanın kapıyı sonuna değin açtığı ve alkışladığı ahlaksızlığın boyutlarını anımsatmanın ötesinde bugünün, lüks otelleri aratmayan ve cebimizden beş kuruş çıkmadan yapılacak denilen ama hepimizi dolarla borçlandıran hastanelerini, oralarda hastaların nasıl “müşteri” olacağını da yıllar öncesinden duyuruyordu.
“Kalpaklılar” romanınızda okumuştum. Salih Efe, İstiklal Mahkemesinin “vatana ihanet”ten suçlu bulup asılmasına karar verdiği Sefer Bey’in parlak çizmelerine göz koymuştur. Ne ki sonradan “Aman!.. Kızanlar, bu çizmelerle yere basamam. Vatan toprağı kirlenir.” diyerek vazgeçecektir.
Öyle bir çağa erdik ki dereler özgür akmasın, ağaçlar ayakta ölmesin, insan ışık ışık gülmesin diyenlerin hükmü yürüyor her yerde. Ve Salih Efe’lerden de dünyanın hiçbir kara parçasında eser kalmasın diye uğraşıyor kapitalistler, sömürücüler...
***
Benim için Samim Kocagöz, sömürüye direnmenin, haksızlığa karşı çıkmanın, edebiyata büyük emeğin yanında “dil”e de saygı demek. Bu bağlamda Nurullah Ataç’la “laubali” sözcüğü üzerine, unutamadığım, ne çok kez anlattığım sohbetinizi anımsatmak isterim.
Kemeraltı’da, her zaman tıraş olduğunuz berbere giderken Nurullah Ataç, “Yahu Samim, şu ‘laubali’ sözcüğüne bir karşılık bulamadık.” diyor.
“Ben buldum, yazılarımda da kullanıyorum…” diyor ve ekliyorsunuz: “Bizim köyde ‘yalakyavşak’ derler. Yalakyavşak adam!”
Birden duruyor Ataç, yüzünüze bakıyor. Sevindiğini sanıyorsunuz.
- İyi… Güzel ama dört hece bu sözcük, uzun…
Sakince yanıtlıyorsunuz:
- ‘Laubali’ sözcüğü de dört hece üstat…
***
Sahi, Samim Bey, kasımpatıları niçin sonbaharda açar?
........................
Samim Kocagöz (yazar/ 13 Şubat 1916-5 Eylül 1993)
“Bu da Geçti Yahu”, Samim Kocagöz , anı, Düşün Yayınevi, 1989, İstanbul
“Kalpaklılar”, Samim Kocagöz, roman, Ataç Kitabevi, 1962, İstanbul