“Eylül toparlandı gitti işte, Ekim falan da gider bu gidişle.” Şairin bu dizeleri ile Eylül ayını uğurlayıp, varlığını iyiden iyiye hissettiren sonbaharı kendilerine özgü duygularla selamlayan, geçip giden yazın hüznünü ılık rüzgârlara, yağan yağmurlara emanet eden onlarca dosta, arkadaşa denk geldim bu aralar. Yazcılar-kışçılar gibi manasız bulduğum atışmaların orta yerinde, her mevsime bir umut yükleyen, doğan her günü ve yanı başımızda öylece akıp giden zamanın her anını kendi iç dünyalarında anlamlandırıp sessizce artlarına düşen insanların şiire sığınmasının sıcaklığını hissediyorum sıklıkla. Hüzünle özdeşleşmiş bir mevsime, ateşini diri tuttukları umudun iklimiyle bağlananların inancı ısıtıyor içimi.
Her mevsimi yeni umutlarla sarmalasak da hiçbir mevsim zamanın karşı konulamaz ilerleyişi içerisinde yeni başlangıçlar anlamına gelmiyor. O bahsi geçen her mevsim, geçmişten bu yana her ne yaşadıysak onlarla yüklü çünkü. İnsanlık tarihine yarenlik eden mevsimler; canımızdaki acının, kırılan umutların, insanlığın biricik zaferlerinin, yitirdiklerimizin, tarihe düşülen notların, iyinin ve kötünün, direncin ve umudun öyküleriyle dolu. Doğanın karşı konulamaz bir döngüyle kendini sürekli yenileyişi, insanın tarihinin anlatıldığı binlerce sayfalık kısa bir öyküye denk düşüyor. Bu kısa öykünün bir yerlerinde her yeni mevsim, yeni başlangıçlardan ziyade, umutla ve dirençle zamanın akışına yapabileceğimiz değiştirici-dönüştürücü niteliklere sahip müdahalelerimiz için yeni olanaklar yaratıyor. Bir Eylül akşamında vakit, güzün ılık rüzgârlarına serpiştirdiğimiz umudun vaktidir, gelir hüznümüze ortak olur. Ekim’in 10’unda sıkışan yüreğimizdir mevsim, göğsümüzün kafesine sığmaz öfkeden. Ankara’nın orta yerinde yitirdiğimiz 103 canımızın binlerce kişiye dokunan öyküsüdür. Bir sabah vakti korkunç bir patlamanın ardından, can verenlerimizin ellerinden kayıp da yerlere düşen bayraklarımızdır içimizdeki dinmeyen ateşle bileylenen umut. Zaman orada durmuş gibidir, olanca hızıyla akıp gidiyor olsa da.
Her kaybettiğimizin ardından, yitirdiklerimizin anılarını kuşanıp da ilerler günler. Mevsim soğumaya yüz tutmuştur artık, yağmurlar düşer toprağa ve toprağın kokusu gibi dolar içimize ellerimizden alamadıkları umut. Onların karanlıklarının üzerine ezilenlerin, yoksulların, yaşamdan alacaklı olanların şafağı söker. “Gününü umuda ayarlayanların” direnci, zulmedenlerin uykularına kâbus olur. Bu dünyadan geçip de giden her şairin dizelerinde filizlenir sesimiz. Bilinçle yoğrulur ve inatla yazılır hikâyemiz. Dünya güneşin etrafında döner ve o her dönüşünde, insanın bilinçli müdahalesi ile tarihin akışını değiştirecek olan o büyük güne biraz daha yaklaşırız.
Eşitsizliğin gölgesinde geçen her mevsim her birimizin önüne farklı günleri koyar yaşayalım diye. Bir yaz günü akşamı, kiminin huzur dolu zamanları olur, kiminin göç yollarında son bulan hikâyesi. Kışın ayazı bazılarımız için sarı sıcak pencerelerin ardında hiç bitmesin istenen vakitlere, bazılarımızın soğukta kesilen tenine denk düşer. Güneş, cadde kenarlarında bir sabah vaktini, kendilerini köle pazarına taşıyacak olan servisleri beklerken geçiren işçi ile bir başkasının üzerine aynı doğmaz. Yağmur aynı şekilde ıslatmaz üreten ile onun emeğine el koyanı. Kar, kara kışın her günü yoksulun üzerine yağarken kimilerinin içini ısıtır aslında. İşte bundandır bütün derdimiz.
Şimdi binlerce yıldır durmaksızın ilerleyen zamanın içerisinde, küçücük bir umudu büyütüp, herkes için yaşanılabilir bir hayatın özlemini duyanların payına bir tek şey düşüyor. Yaşamı eşit ve özgür kılabilecek günlere el uzatmak.
Mevsimlere söz olsun, aldığımız her yaranın izi hatırına o günler de gelecek.