“Sevgisiz bir Tanrının kinle büyüttüğü
Ölüme tapınan o siyah adamlar
Onlar bir gün yağmurlardan sonra
Güneş salkım salkım dallarda yanarken
Rüzgârdan utanıp sudan korkmazlar mı?”
Hrant Dink en son yazısında şöyle diyordu: “…Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” 19 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi’nin önünde vurdular Hrant’ı, inancının tam aksine. Cinayeti kör bir kayıkçı görmedi fakat ben gördüm, kulaklarım gördü ve üstelik hepimiz de oradaydık.
Tahir Elçi son konuşmasında şöyle diyordu: “…Biz bu tarihi bölgede bir çok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış, bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekanında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz.” 28 Kasım 2015 tarihinde Dört Ayaklı Minare önünde vurdular Tahir’i, temennisinin tam aksine. Cinayeti kör bir kayıkçı görmedi fakat ben gördüm, kulaklarım gördü ve üstelik hepimiz de oradaydık.
Hrant’tan Tahir’e uzanan faili belli cinayetler coğrafyasında, tarihimiz ölülerin tarihidir. Kendinden olmayanı, ‘dilini’ kabul buyurmadığını, rengine aşinalık taşımadığını ezip geçen, yok eden, tereddütsüzce yaşamdan silen bir anıt mezar ülkesi. Geride kalanların payına düşen hep aynı temaşa: Gidenlerin adının yazılı olduğu dövizler, yıl dönümü anmaları, adliye koridorları, mahkemeler, mahkemeler ve ömürlerce süren mahkemeler, kuşaktan kuşağa aktarılan öfke mirası, karşı koymalar, isyan etmeler, işkenceler, hapishaneler fakat yine de dirençle ve inatla yola düşmeler, yolda düşmeler, sevmeler…
Rakel, Hrant’a veda mektubunda sesiyle örüyordu hafızayı: “Yaptıklarını, konuştuklarını kim unutabilir sevgilim? Hangi karanlık unutturabilir sevgilim? Olmuşları, olanları kim unutturabilir? Korku unutturabilir mi sevgilim? Yaşam mı? Zulüm mü? Dünyanın zevki sefası mı sevgilim? Yoksa ölüm mü unutturacak sevgilim? Hayır, hiçbir karanlık unutturamaz sevgilim…” Dostların kanına dere yatağı oluşumuzu bize kimse unutturamaz sevgilim.
Türkan, Tahir’e yazdığı veda şiirinde bir ceketin ahını taşıyordu:
“Yine her zamanki gibi
Sen gelmişsin ben varım
Sen susmuşsun ben yazarım
Konuş diyorum gülüyorsun
Aklım suyunu çekti diyorum
Susuyorsun
Biliyor musun diyorum
Ceket diyorum
Her şey sana ceket yakıştığı içindi
Beni dinle,
Susmadan dinle
Bak
Bir gün
En güzel ceketten alacağım
Gelirken içine bir gömlek,
Üstüne bir kravat
Her zamanki gibi
Seçim benden olacak
Ceketin rengi ne olsun diyorum
Susuyorsun
Bekliyorum gelmiyorsun
Ellerimde kasımpatılar,
Ben geliyorum
Geliyorum, gitmek bilmiyorum
Biliyor musun?
Susmalarından sonra
28’e bölündü bende günler
Fakat ben biliyorum
Her şey sana
Ceket yakıştığı için.”
Belki de tüm bunlar ceket bize yakıştığı için sevgilim.
Okuyucuya sevgi ile.