Geçtiğimiz günlerde benzerlerine daha önce de şahitlik ettiğimiz bir acı hikâye daha düştü Ege Denizi’nin derinlerine. Ve bizler bir kez daha ölümü ağırladık yanı başımızda.
Bir ayakkabı kıyıya vurmuştu. Şöyle küçükten, pembe bir çift ayakkabı. Çocukluğu gözle görülüyor. Biraz eskimiş, belli ki yarım kalmış oyunlardan çıkıp gelmiş buralara. Belki de bir çocuğun düşlerinde dünyaları dolaşıyordu o kahrolası dalgaların arasında kaybolmadan önce. Bir hikâyesi vardır elbet. Bir çocukla buluşmasının, yollara düşmesinin bir hikâyesi... Öyküsü derin ve soğuk sularda kalmış, kendisi kıyıda bir başına. Yokluğu, yoksulluğu belli her halinden. Yurtsuzluğu bir bakışta anlaşılıyor. Yalnızlığı ve kimsesizliği de...
Birkaç fotoğraf vardı sonra. Aynı kıyıda, ıslak ve kumlara bulanmış. Denizin kumlarına... Kim bilir kimin can evinden savruldu da geldi oraya. Kimi bıraktı ardında derin denizlere. Belki de çok önceden yitip giden birilerine aitti. Fotoğrafta bile donuktu onların gözleri. Gözleri kendi hikâyelerinde yorgun düşmüştü. Bir daha geri dönmeyecekleri yollarda tutsak gibiydiler. Yaz mevsiminde keyifli çığlıkların yükseldiği o kıyıda bu kez ölümün sessizliği çığlık olmuştu. Birçoğumuzdan habersiz... Şimdi o fotoğraftaki yorgun bakan gözler yanı başımızda bir yerlerde artık. Yaşamdan alacağı olan o bakışlar hepimizin üzerinde. Unutmayalım derim.
Gönlümüzün, yüreğimizin ve vicdanımızın sokakları öylesine dar ki artık, sadece hırslarımız ve kendimiz için var olduğunu düşündüğümüz şeylerden başka ne bir kişi ne de herhangi başka bir şey sığmaz olmuş içimize. Üç kuruşa onları ölüme gönderenler, üç kuruştan da azına kendi işyerlerinde onlara kölelik yaptıranlar, yaşanan ekonomik krizin ve yoksulluğun faturasını Suriyelilere kesme eğilimde oldu hep. Bir avuç insanlık dışında... İzmir Barosu yaptığı açıklamada “çocukların cesedi kıyıya değil vicdanınıza vursun” dedi. Çünkü biz vicdanımızı bile çoktan kapatmıştık onlara. Bu yüzden aynı gün gündemdeki yerini kaybetti yok olan onca insan. En güzel oyunları yarım kalan o çocuklar ancak bir haber bülteninin kenarında ilişti gözümüze.
Oysa o lanet savaşın, o fetihçi hayallerin öncesinde kendi yurtlarında oyunlarını oynuyordu o çocuklar. Evlerinde dumanlar tütüyordu Suriye köylerinin, avlularında hayvanları otluyordu, en güzel türkülerini çöl sıcaklarının ortasında seher vakitlerinin alacakaranlığına bırakıyordu kadınlar. Berrak seslerin yüreğinden salınan başka dillerde şarkılar aşkın, sevdanın ve özlemin ellerinden tutup geceye karışıyor, yıldızları selamlıyordu. Sonrası malum, yollara düştüler. Uçsuz bucaksız ovaları geçtiler, kendi öz yurtlarından bizim kör vicdanımıza doğru öylece yürüdüler günlerce. Kan ve ter içinde, hayalsiz ve öylesine, elde bir lokma umutla, sadece yürüdüler. Yol boyu birer birer eksildiler.
En baştan beri tüm öfkesini yurtlarından edilmiş o insanlara kusan kalabalığın içerisinde vicdanının kıyılarını onlara açan insanların sesleri de duyulmaz oldu. Öyle ki o öfke siyasal bir malzeme haline geldi, kimilerine seçim kaybettirdi. Bazı siyasetçiler tüm propagandasını Suriyelileri geri gönderip arkalarından kapıları kapatmak üzerine kurdu. Bu sözler o kalabalığın ruhunu okşadı her seferinde. Ezber oldu çok kişi için. Hep bir ağızdan “mademki bayram kutlamaya gidiyorlar, bir daha geri almayalım” dediler. En gericisinden, sosyal demokratına kadar. Yelpaze bu kadar geniş olunca birkaç gün önce yaşamını yitiren on bir kişi de sessiz sedasız bıraktı yaşamlarını görmeyen gözlerin, duymayan kulakların önüne. Öylece çekip gittiler.
Sahi, onları yurtlarından eden o savaş neden çıkmıştı, hatırlayan var mı?