Merhaba Yaşar Abi,
Bayram değil, seyran değil; nedir sözü bana getirişin dersen onu az sonra söylerim.
Bilgisayarımın tuşlarına senin için dokunmaya niyetlenince kendimi bir anda 1992’nin kışı çağıran günlerinde/ İstanbul’da buldum. Benim de yakın dostum Feridun Andaç tanıştırmıştı bizi...
İstanbul’dan İzmir’e kaçışım (ev bark daha İstanbul’daydı) üzerinden üç ay geçmişti ki 10. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarına, o dönemde çalıştığım gazetenin “görevlisi” olarak gelmiştim. Kurduğum bir düş vardı: Yakın bir gelecekte başlayacağını umduğum İzmir Kitap Fuarına ilişkin bir haber yapabilmek. TÜYAP Genel Müdürü Bülent Ünal; şu gün, şu saatte, şurada demişti. Feridun’la varmıştım belirtilen yere, söylenen saatten önce. Daha salonun girişinde tanıştırmıştı bizi Feridun ve sen neyle uğraştığımı sormuştun. Yapmayı umduğum, “tek düşüm” dediğim “haber”in bir anda çok ötesine geçmiştim. Ben daha, “Bülent Beyle 19.00’da görüşeceğim.” demeye kalmadan Bülent Ünal’a hem de yüksek perdeden (“Bülent, bekletme ulan çocuğu, ta İzmir’den gelmiş!” makamında) bağırışın gitmedi kulaklarımdan.
Çok değil, dört yıl sonra başlayacak İzmir Kitap Fuarıyla ilgili umduğum haberi alamayışım üzmemişti beni çünkü seninle ayaküstü de olsa gece boyunca söyleşme olanağı; “Sarı Sıcak”ta dolaşmaktı, “İnce Memed”i daha yakından duyumsamaktı, “Akçasaz’ın Ağaları”nı yeniden “okumak”tı, “Allahın Askerleri”yle kederlenmekti. Dahası, başlarda senin emeğini bilmeden, küçüklü büyüklü kimi meclislerde defalarca yorumladığım, Livaneli bestesi “Merhaba”yı gece boyunca mırıldanmaktı. Ötesi bir yana, “O Yar Gelse” türküsüydün sen bizim için. Bedri Rahmi’nin “Tuz” şiirinin yanına getirince senin derlediğin bu güzelim ezgiyi, hayatımızın akışı değişivermişti.
O, geceyle kucaklaşan akşam ve sonraki buluşmalarda kimi kareler hapsetmiştim siyah-beyaz film takılı makineme. Oluyor bir zaman, senin için hazırladığı bir kitapta benim çektiklerime de (adımı da belirterek) yer verdi can arkadaşım Feridun.
Mektuba yapıştırdığım fotoğrafımız mı? Onu da (senden sonra seninle bir sohbet anında) sevgili Sunay Girgin çekmişti.
***
Ah Yaşar Abi,
“Allahın Askerleri” öyle çoğaldı ki! Ülkenin dört bir yanında hele ki büyük kentlerde ne yapacağını bilmez oldu insanımız. Senin; ülkenin gündemine mıh gibi soktuğun bu okulsuz, evsiz barksız, kimisi anasız babasız çocuklara son yıllarda, ülkelerindeki savaşlardan kaçanlar da eklendi. Bir yandan geleneksel muhtaca yardım eli uzatma hali, bir yandan egemenin ayrıştıran/ ötekileştiren tavrı, birbirine düşürme hevesleri... Eskiden bir yerlerde arayıp bulduğumuz çocukların şimdi her yerdeler.
İstanbul’a ilk gidişinin öyküsünü biliyordum da hani Nâzım’ın da şiirine ceviz ağacıyla buyur ettiği Gülhane Parkı’nda, “İnce Memed”in sayfalarını yastık yapıp epey bir gece uyuduğunu yenile okudum. Anladım ki o çocukların (“Allahın askerleri”nin) hayatının içinden geçmelerin ulaştırmış seni onlara.
Seni sana anlatmanın ne faydası var! Hadi, İzmir’e uzanalım. Karabağlar’da yeni oluşan, (azıcık aşım, kaygısız başım insanlarımızın oturduğu) bir mahalleye senin adını verdi belediye meclisi. Mahallenin orta yerinde de büstün var, ah bir de gözlüğünü ara ara uçurmasalar!
28 Şubatlarda (bir çay, bir kahve içimi de olsa) sana varmayı gelenek haline getirdik. İlkinde çok kalabalıktık. Kimler yoktu ki! Adnan Binyazar, Arif Keskiner, Ayşe Semiha Baban, Feridun Andaç, Lütfi Özgünaydın, Osman Şahin... Gün boyu seni anlattılar.
“Bizim gibi insandır” dediğin çocuklar da oluyor aramızda; birlikte senden bir şeyler okuyor, yeni düşlere yelken açıyoruz çünkü senden kalıt, “insanın düşleri öldüğü gün öleceği”ni biliyoruz.
Yalanın binini bir paraya sunan muhteremler her gün savaşacak yer arasalar da yemeği tatsız, ekmeği katıksız kalan insanımız “umutsuzluktan umutlar doğurma”ya uğraşıyor.
Sevgili Yaşar Abi,
Bu satırları sıralarken sanki birden Beşiktaş’ta, Akatlar Kültür Merkezi’nde buldum kendimi... Dil Derneğinin “onur ödülü”nü aldığın o ikindi saatlerinde, teşekkür için gelince mikrofon başına, “Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.” demiş, noktayı şöyle koymuştun: “Kullandığım onların dili, anlattığım onların ta kendisidir.”
Çekmecelerine istiflediğin, uçları, az sonra kullanılacak gibi açık, yani bıraktığın gibi duran kurşunkalemlerinden birini -izninle- aldım. O karanfil yağmuru altında usulca sokulup büstüne koydum.
............................
Yaşar Kemal (yazar/ 3 Ekim 1923-28 Şubat 2015)
“Merhaba”, söz: Yaşar Kemal, beste: Zülfü Livaneli
Yaşar Kemal’in derlediği türkü