Dereden aşağı yanında kuzusu ile yürüdü geldi. Omzunda kırma tüfeği. Yanık buğday teni, beyazlamış saçları ve bıyığı ile orta yaşı çoktan devirmiş bir Ege Köylüsü. Üzerinde kareli bir gömlek, omzuna çapraz astığı kıl heybe, kot pantolon ve lastik çizme. Arkasında birleştirdiği elleriyle sağ omzuna astığı tüfeğin dipçiğinden tutmuş, destekliyor.
Birkaç saattir yüksekçe bir tepeden, tam altlarında uzanan altın madenini kuş bakışı gözlüyordu gelenler. Aşağıda derin bir vadi, karşı yamaçta madenin binaları görünüyordu. Küçük bir havuz oluşturmuştu maden. Yeşile çalan bir su vardı içinde. Derin vadi madenin tam önünden geçip, batıya, denize doğru kıvrılıyor, ilerde çam ormanları ile kaplı tepelerin arasında kayboluyordu. Tepede, altın madeninin üst taraflarında genişçe bir pasa yığını yayılmıştı. Çevresindeki yemyeşil ağaç örtüsünün aksine kel kalmıştı burası. Ağır tonajlı kamyonlar, insan boyunu geçen tekerleklerin üzerinde maden galerisine girip çıkıyorlar. Arı gibi çalışıyorlardı…
Madenin hemen sağ tarafına bakıldığında, Çamlı Vadisinin ötesinde, koyu renk çamların üzerinden İzmir Körfezinin beyaza çalan mavisini görünüyordu. Bu kadar yakındı kente!
İzmir’i kuşbakışı gören tepelerin üzerindeydi altın madeni. Önü sıra akan dere, İzmir'e 200-300 bin kişinin içme suyunu sağlaması planlanan Çamlı barajını besleyecek en önemli su kaynağı, Kokarpınar deresiydi. Kekik kokardı suları, çam kozalağı, su püreni, yarpuz kokardı. Şimdi asit kokuyor!..
Aşağıdaki madene bakıp konuşan, fotoğraf çekenler, hemen biraz ötelerinden, o uçurum gibi derin vadiden yürüyerek yanlarına kadar gelen Yalnız Efe'yi görmediler bir süre. O da tepeye çıkınca ses etmedi hiç. Soluklandı biraz. Neden sonra önce küçük kuzu fark edildi, ardından omzunda mavzeri, çapraz fişeklik gibi gövdesine dolanan kıl örgülü heybesi ile Yalnız Efeyi gördüler. Utangaç bir gülümseme ile başı önde kendisiyle tokalaşmak için yarışanların ellerini sıktı teker teker. 'Sağolun' dedi iltifatlara. Gülümsedi, kızardı, bozardı...
"Siz bizim kahramanımızsınız" dedi beyaz saçlı emekli profesör, "sizinle tanışmak benim için büyük onur".
Başında geniş kenarlı şapkası rüzgardan uçmasın diye tutarken hararetle ellerini sıktı çevre derneği yöneticisi bir kadın. "İzmirliler size o kadar şey borçlular ki! Ama bunu bilmiyorlar". Öz çekimler, toplu, tek tek fotoğraflar alındı.
Tüm bu zaman içerisinde kuzu bir an bile yanından ayrılmadı Yalnız Efenin. Ayaklarının dibinde, küçük köpek eniği sevimliliğinde dolaştı durdu. Kendisini seveni, başını okşayanı yaladı, hüzünlü gözleriyle süzdü. Yalnız Efe'nin fotoğrafları çekilirken o da karelere girdi. Uçurumun kenarına kadar gidildiğinde bile ayrılmadı ayaklarının dibinden. Kuzuyu sorana “annesi öldü” dedi “Yalnız Efe, Ahmet Karaçam. “Ben besledim bir süre, o da yanımdan ayrılmıyor şimdi”.
Kanadalı TÜPRAG altın şirketinin milyonlarını elinin tersiyle itip, “Ben de cavura verecek toprak yok” diyerek yıllardır direnen tek Efemçukuru Köylüsü Ahmet Karaçam’a artık herkes “Yalnız Efe” diyordu. Yalnız Efe, 8 yıl sonra Bakanlar Kurulu Acele kamulaştırma kararına karşı tek başına açtığı davayı kazanmasını kutlamak için İzmir’den gelenleri anası ölmüş kuzusuyla karşıladı. Kuzu karşıladı daha doğrusu İzmirlileri. “Kuzularınız ölmemesi için daha çok çalışmalısınız” der gibi, Yalnız Efe’nin dizinin dibinde dolaştı durdu…
************
Aynı maden şirketi Uşak Eşme ile Ulubey ilçelerinin tam ortasında kalan Kışladağ’da Avrupa’nın en büyük altın madenini işletiliyor yıllardır. Ovacık köyünü tamamen yutmuştu maden daha kuruluş aşamasında. Sonra sıra Söğütlü Köyüne geldi. Ardından Bekişli, ardından Karacaahmet Köyü toprakları bu canavar tarafından yutuldu, yok oldu. Yüzlerce yılın anıları, tarlaları, meyve ağaçları, hatta mezarları bile kalmadı köylerin…
Kuzuları ölü ve sakat doğan çobanların derdini dinliyoruz. Kameraya anlatıyorlar yaşadıklarını. “Dereden su içen kuzular akşama can çekişerek öldüler. Başka dere yok burada, mecburuz sürüyü buradan geçirmeye ve geçirirken de su içiyor hayvanlar. Derenin suyu madenin içinden geçip geliyor. Siyanür mü karıştı bilmiyoruz”...
Bir başka sürünün çobanıyla konuşmak için yemyeşil otlarla kaplı bir düzlüğe gittik. Sürü ilerde, küçük bir ağaç öbeğinin yanında yayılıyor. Başlarında bir çoban köpeği ve biraz ilerde keçesine sarılmış oturan çoban.
Sürü ile bizim aramızda bir koyunun küçük bir karartıya doğru gidip geldiğini görüyoruz. Sürüye doğru gidiyor koyun, birkaç metre uzaklaşmadan acı acı meleyerek dönüp geliyor o küçük beyaz cismin yanına.
Yaklaşıyoruz biraz, olayı anlamak için. Koyun bizi görünce kaçmıyor. Hatta neredeyse dili olsa ‘yardım edin’ diyecek gibi bakıyor. O küçük nesne ölü doğmuş kuzusu koyunun. O bir anne, ölü de doğsa terk edemiyor kuzusunu.
Yerde uyuyormuş gibi yatan kuzunun göbek bağının olduğu yeri yalıyor. Boynunu, yüzünü, gözlerini… Bir umut canlandırmaya çalışıyor yavrusunu. “Hadi kalk kuzum” diyor, “hadi uyan!”. Kuzudan hiçbir hareket gelmeyince yine meliyor acı acı ve sürüye doğru yürüyor. Sonra tekrar meleyerek dönüyor ölü kuzusunun yanına. Meliyor, ağlıyor, öpüp, kokluyor, yalıyor kuzusunu. “Kalk” diyor, “uyan yavru…”
Kuzunun yanına kadar gelip kamera çekimi yapmamıza aldırmıyor. Umar gözlerle yardım diliyor bizden. “Kuzumu uyandırın” diyor meleye meleye…
Ne kuzu uyanıyor, ne koyun terk edebiliyor ölü yavrusunu. Çoban üzgün, çoban köpeği bezgin. Sürü umarsız yayılıyor.
Kışladağ’ın karnını deşiyor, topraklarını zehirliyor maden. Köyleri yutuyor, ocaklar sönüyor birer ikişer.
Ve daha kaç koyun kuzusunun ardından böyle meleyecek kimse bilmiyor…