Cihangir merdivenleri; avlularında bin bir sevinç ve hüzün barındıran evlerin, şarkıya durmuş ağaçların, saklı kalmış balkon çiçeklerinin, yavrularıyla oynaşan mutlu kedilerin, ardınızdan seğirten köpeklerin arasından koşar gibi denize akarlar.
Yaşanmış aşkların şiir olduğu basamaklardan söz ediyorum. Her adımında karınca ürkekliğinde gizli yalnızlıklar olan.
Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi hangi basamakta aklına düşmüştür bilemedim ama üstlerine yazılan şarkılardan birinin şu 35. basamakta ilk mırıldandığı an buradaydım.
Mavi bir gökyüzünün renklerle seviştiği gün batımında boğaz lacivert olur ya hani, işte o vakitlerdi.
Yeşil bir şal vardı omuzlarında, kenarları nakış nakış işlenmiş bir tülbent gibi savruluyordu erik ağaçlarına doğru.
Karagözleri hep ufukta gezinen kızıllığın peşinde ya da adı bilinmeyen bir kuşkanadında yolculukta.
Kısacık saçları, elleri serçe ürkekliği.
-Dur, bak ilerideki koşuşan martıya, sanki randevusuna geç kalmış bir sevgili gibi çırpınıyor.
Durduk. Birer sigara sonra birer sigara daha.
-Bir bardak şarabımız olsaydı.
-Mataramız var şaraptan keskin.
-Bazen tam buradan, boğazdan geçen yük gemilerini izliyorum. Öyle anlık şu gördüğün resmin içine girip çıkıyorlar. Şehir Hatları vapurları, balıkçı tekneleri de öyle bir şenlik ki sorma. Elinde fırçaların, boyalarınla resim yapmaya çabalıyorsun olmuyor. Orhan Veli haklı bakakalıyorsun giden geminin ardından, atamıyorsun kendini akışan deryanın içine, resim çoktan yapılmış bitmiş oluyor.
-Bir heykel sergisi gezdim geçen hafta. Dokunmak istedim objelere. Her biri ağaçtan, demirden, tunçtan ve topraktan. Beceremedim, çektiler beni içlerine. Belki derinlikteki karanlığın içinde gizlenmiş ışığın altından hayata taşan çellonun etkisiydi, belki objelerin çağıran gücü tam bilemedim ama bunun gibi bir şey işte, dokunmak istiyorsun dokunamıyorsun çünkü onlar sana dokunmuş oluyor çoktan.
-Bak şu 22. basamak bir duraktır burada, sağ yanı daracık bir sokağa açılır. Bir yaşlı ceviz, gölgesinde incir ve Cihangir’in ilk begonvil ağacı yan yana yaşarlar. O iki katlı saman sarısı evde 12 yıl yaşadım. İkinci katın penceresi buradan gördüğümüz resmin benzerine bakar. Kırlangıç kuşları ve kediler birlikte nefeslendik aynı dalların gölgesinde. Her birinin adını benim koyduğum kediler ve kuşlar. Kimse inanmıyor sende inanmayabilirsin ama o 12 yıl boyunca bir karga yemek taşıdı kedilere ve kuşlara. Adını Umut koymuştum.
-Umut adında bir karga.
-Bir karga, kedilerin içinde de adı Umut olan bir sarman vardı. Resimlerini çekip dostlarıma göstermiştim. Bildik fotoğraf yaratıcısı bir arkadaşım “umutların sevişmesi” diye bir sergi yaptı orada çektiği fotoğraflardan. Taş plak döndü gramofon da ve ben yalınayak dans ettim şal ve gül gibi.
-Şimdi yok bu hayatlar. Her şey kirli. Yalnızca doğanın direnişinde, yaban hayatının engellenemez sevincinde, gökyüzünün bulutlar arasından şarkılar söylemesinde, güneşin ilk ışıklarında var umut, bir de boğulmaya çalışılan çocuk sevinçlerinde.
-Gel inelim basamakları usul usul. Lacivert suların maviliğinde yüzlerimize su çalalım, sonra martılara şiir söyleyelim. Kaldıysa orada birkaç heykel parçası olmalı, onlara el sürelim, iki dostla iki yudum hasret giderelim, çoğaltalım şimdi yok dediğin umudu.
Yürüdük.
22. basamakta durdu, döndü yüzünü sokağın derinlerine, elimi tuttu, ortalarda koşuşturan kediler var, gülüştük gözlerimizin içinde.
-Nasıldı o senin sevdiğin şiir hani “ama umudu var büyük insanlığın umutsuz yaşanmıyor” diye biten, okusana bir daha, bağır-çağır oku. Duysunlar ses etmeyenler, kediler, kuşlar, şu basamaklar, şu kanadından tutmaya gittiğimiz gemi.
-Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.
-Bir kez daha oku, daha yüksek oku, duysun üstümüze taşan karanlık.