Galiba önünde sonunda, anlatılan bütün hikâyeler aynı. Belli çıkış noktalarından uç veriyorlar ve alışıldık şablonlara yaslanarak ilerliyorlar. Aralara serpiştirilmiş çeşitlemelerle zenginleşip nihayete eriyorlar. Aslında nihayetler de belli. Bir seçenekler listesi arasından hikâyenin gidişatına uygun olarak birinde karar kılınıyor ve böylece ortaya başı sonu belli, çerçevelenmiş bir öykü çıkıyor. Özellikle genel kitleye hitap eden bu tip bir anlatı şemasını her seferinde izliyor ve yine de değişik duygulara kapılabiliyoruz. Sinemanın büyüsü biraz da burada galiba.

İşte Cadı ve Lighthouse’un yükselen yönetmeni Robert Eggers’in yeni filmi de böyle, neredeyse kadim bir hikâye anlatıyor. Hatta tüm hikâyeyi tek sözcükle ifade etmek mümkün: İntikam. Bu, aynı zamanda filmin de teması. Sinemanın, daha doğrusu seyircilerin çok sevdiği bir tema bu. İntikam alan karakterleri izlemenin belki de kendi yaşamlarımızda yapamadıklarımızla bir ilgisi vardır. Biraz özdeşleşme, biraz katharsisle kendimizi izlediğimiz şeyin içinde ya da izlediğimiz şeyi sanki bir süreliğine hayatımızda duyumsuyoruz.


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


BİLDİK TATLAR, YENİ ÇEŞNİLER

Peki bu öyküler hiç kabak tadı vermiyor mu? Elbette iyi bir hikâye anlatıcısının elinde, tekrar edip duran tüm hikâyeler verimli bir ürüne dönüşebilir. Eggers da bu gerçeği bilen yönetmenlerden. Daha doğrusu anlatılacak yeni bir şey olmadığını biliyor. O halde tüm klişeleriyle var olan konular yeni bir biçimle, estetize edilerek, farklı yorumlara açık hâle getirilerek anlatılabilir (ve anlatılmalı). Gerçi bu da yeni bir şey değil, postmodernizmin sinemayı yoğun biçimde etkilediği 90’lar ve sonrası filmlerinde bu eğilim had safhaya ulaşsa da sinema tarihi birbiri üzerine eklenen yeni biçim buluşlarıyla dolu. Hem de daha 1920’lerden bu yana.

O halde Eggers’in son derece bildik bir intikam öyküsüne soyunmasının hikmeti nerede olabilir? Tabii yönetmenin ilgisini çeken alanların başında mitoloji geliyor. Lighthouse örneğin mitsel göndermeleriyle sinefillerin iştahını epeyce kabartan filmlerdendi. Orada iki erkek karakter arasında yaşanan gerilimin içine ustalıkla serpiştirilmiş derin bir edebi ve tarihsel yoğunluk vardı. Kuzeyli’de ise daha düz bir hikâye şeması işliyor. Bu öykü, pek çok başka öyküyü ve uyarlamayı içeriyor. Shakespeare’in efsane trajedisi Hamlet’in serbest bir yeniden uyarlaması gibi. (Ana kahramanın adı da Amleth zaten.) Fakat bu kez çok daha soğuk iklimlere yelken açılmış. İskandinav mitlerinin havasıyla harmanlanmış, kuzey coğrafyalarının soğuğunu hissettiren bir yapı kurulmuş. Vikingler ve o kültüre ait aksiyon alanı zaten son yıllarda aynı adlı dizi sayesinde epey popülerleşmişti. Game of Thrones’un ‘kuzey’ sahneleri ve dizideki anlamı da son dönemin fantastik-tarihsel dizi ve film yönelimlerini etkileyen işlerdendi.

BU BİR TRAJEDİ DOSTUM!

Fakat Kuzeyli, bütün bu film ve işlerin aksine çok daha eski bir anlatı türünü temel alıyor: Trajediler. Yunan kültürü içinden süzülüp gelen ve Pagan inançların çeşitlemelerle yaşandığı bu edebi kaynakların uğraştığı temalar Kuzeyli’nin de kalbinde yer almış. Kader, bu temaların başında geliyor. Kaderinden kaç(a)mayan bir (anti/k)kahraman, kral babasını öldüren amcasından intikam almak için yemin ediyor. Amcası FJörnil yengesini kraliçesi yapıp çocuğun öldürülmesini emrediyor. Bizim çocuk kaçıp sürgün oluyor. Rus steplerinde köleci ve yağmacılarla pratik yapıp hayatta kalıyor. Köle ticareti dönemin kolay yoldan para kazanma stratejisi tabii. (Hatta bu sahnede Konstantinapol’ün adı da geçiyor.) Derken Amleth’imiz büyüyüp ayı gibi güçlü olduktan sonra, kaderini kendisine anımsatan bir kâhinle karşılaşıyor ve başka bir kralla giriştiği savaşı kaybedip anavatanından sürülmüş hırsız kral amcasını öldürmek ve annesini kurtarmak için yola düzülüyor.

Görüldüğü gibi kâhinler, kardeşini öldüren hırslı amcalar, kaderine boyun eğen eş, yurdundan koparılan oğul, Antik Yunan trajedilerinin temel unsurları. Eggers’in yaptığı, bu kaynağı alıp kendince biraz yoğurup farklı biçimde servis etmek. Servis alanı Viking kültürü diyebileceğimiz geniş bir Pagan sembolizminden besleniyor. Dolayısıyla Antik Yunan tanrıları, yerini burada (Zeus’un karşılığı sayılabilecek) Odin başta olmak üzere, erkek kahramanlığını Valhalla ile ödüllendiren ve doğada türlü biçimlere giren daha kuzeyli din ulularına bırakmış. Kuzgun, kurt gibi hayvanlar ve büyücüler-cadılar diyebileceğimiz farklı karakterler Amleth’in yoluna yoldaş, davasına merhem oluyorlar. Bütün bu tip ve karakterlerin İskandinav mitolojisine gönderme yapan bir izlek oluşturduğu malum.

BİLİNENİ EVİRİP ÇEVİRMEK

Hikâyenin yüzeyde akan kısmında ise seyirciyi şaşırtacak numaralar eklemek gerek. Örneğin, uzun uğraşlardan sonra amcasını öldürme aşamasına gelen Amleth, annesiyle karşılaşınca gerçeğin bildiği gibi olmadığını öğreniyor. Demek ki yerleşik anlatılar çok da göründüğü gibi değil. Üstelik alaşağı edilmiş kral amca da fikre katkıda bulunuyor. Çiftçi bir kral söz konusu neredeyse.  Amleth’in babasından da benzer biçimde basit bir katil olarak söz edilmesi boşuna değil herhâlde. Annesinin de soylu değil bir köle olması bu ters yüz durumlara ekleniyor. Yine de bizim Amleth gerçekleri kendi perspektifinde eğip büküyor ve Kuzey tanrıları da herhâlde onun bakışına güvenmiş olacak ki mistik güçler aracılığıyla davasına yardım ediyorlar.

Ben kendi adıma mitolojik anlatıları ters yüz etmekle ilgili daha başka bir şeyler bekledim. Sonuçta bir yanıyla bugün içinde yaşadığımız medeniyetten mahrum bir dünyayı tasvir ediyor film. Yani klanların, birbiriyle kavga hâlinde türlü grupların yaşadığı, günlük dertlerin çok daha yaşamsal olduğu bir ortam. Bu ilkel denebilecek vahşiliğin sunumu ve öyküye yedirilişi konusunda daha keskin ve uç bir yöntem görmeyi umdum. Söz konusu Eggers olunca şaşırmak gerekir diye düşündüm herhâlde. Bu sebeple aradığımı bulamadım. Fakat bu, filmin özellikle de kurduğu dünya açısından keyfi vermediği anlamına gelmesin. İlk yarıda bütün o tanıdık hikâye beni içine çekmedi ama ikinci yarıya doğru Amleth köye geldikten sonra olacakları merakla izledim. Finaldeki dövüş ve bunun çekimi haricinde, filmde yansıtılan atmosferi, vahşi dünya tadını da sevdim. Hele klanlar arasında oynanan bir top oyunu sahnesi vardı ki gerçekten etkileyiciydi. Ses tasarımı ve müziklerin de şahane olduğunu ekleyeyim.

Filmde, oldukça iyi bir kadro var ayrıca. Ethan Hawke’nin cinayet kurbanı kral rolüne tam ısındım, öldü adam. Oğlunu vahşi bir erkek kılma ritüelinde epey sağlam oynamış. Willem Dafoe kısacık rolünde delimsirek ve yine etkili. Bir de kellesinin konuştuğu sahne hakikaten ürkütücü. Björk bile var, daha ne olsun!  Sonuç olarak kuzey mitolojisine merakınız varsa ve bu Viking mücadeleleri ilginizi çekiyorsa büyük kısmını ilgiyle izleyeceğiniz bir film bu. Yeni bir şey görmeyeceksiniz ama Eggers’ın kurduğu atmosfer gerçekten tatmin edici. Bu arada, yer yer epey karanlık sahneleri var, o yüzden filmi, projeksiyon makineleri bozuk olan ya da düşük ışıkta çalıştırılan, seyirciye saygısız Cinemaximum salonlarında değil hem ses hem de görüntü açısından tatmin edici Karaca Sinemasında izlemenizi tavsiye ederim.


SİNE-YORUM

Geçen hafta Cannes jürisi açıklandı. Jüride yer alan bir isim, birkaç hafta önce ayyuka çıkan bir haber nedeniyle tartışma yarattı. Asghar Farhadi’nin bir öğrencisinin proje fikrini çalıp hayata geçirmiş olmasıydı söz konusu olay. Geçen yılın sonunda bizde de gösterime giren Kahraman’ın (A Hero, 2019) öykü fikrini eski öğrencisi Azadeh Masihzadeh’in All Winners, All Losers adlı belgesel filminden apardığı İran mahkemesine taşındı. Farhadi, bu durumla ilgili öğrencisine bir ödeme yapmamış ve filmde kendisinin adına yer vermemiş. Cezası henüz kesinleşmeyen yönetmenin Cannes Film Festivali’nde jüride yer alması bu yüzden tepki çekti. Söylenenlere göre bu durum olmasaydı jüri başkanı olarak Vincent Lindon yerine Farhadi’yi görecektik. Sinema yorumcuları Cannes’ın bu tür durumlardaki tarafsız görünen gevşek tavrını eleştiriyor. İşin ilginç yanı, sinemasıyla herkesi mest eden, şaşırtıcı biçimde son dönemin en iyi yönetmenlerinden biri olan Farhadi’nin bu eylemi gerçekse önceki filmlerine de gölge düşecek demektir.

Kuşkusuz sanatta esinlenme, uyarlama, giderek başkasından alma meseleleri biraz muğlak. Her durumda ortada bir çalma olduğundan söz edil(e)meyebilir. Telifle ilgili yasaların belirleyici olduğunu varsaysak bile sanatçıların esin kaynaklarıyla ilgili dürüst olmayan tutumlar almaları, bazen de bu tip hikâyelerin normal karşılanması mümkün. Bizde de örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın Zeki Demirkubuz’la Üç Maymun’dan doğan kavgası buna hâlâ güncel ve önemli bir örnek olarak gösterilebilir. Kaynaklara göre Farhadi’nin filmin kilit sahneleri için aldığı malzeme, öğrencisinin filmine, “Bu bir esinlenme olabilir” denemeyecek kadar benziyor. Bakalım Cannes Film Festivali (17-28 Mayıs) sırasında kendisine bu konu sorulacak mı ve yönetmenin tavrı ne yönde olacak? Bizim buralarda Asghar Farhadi hayranlarının yönetmene beslediği sevgiyi epeyce etkileyecek bu olay.