Varoluşun mükemmelliği ve özümüzü gerçekleştirebilmek, olma halini korumak geçen haftaki yazımın sonunda içimde canlı kalan konulardan biriydi. Bu sayede bu hafta Ocean Vuong’u anlatmaya karar verdim size. Çünkü Vuong’un ilk romanını okuduğumda beni asıl etkileyen şeyin ne olduğunu sanırım buldum…
Ocean Vuong ile tanışıklığımız epey yeni. Vuong, Vietnam’da doğmuş Amerika’da büyümüş, yani Asya kökenli Amerikalı genç bir şair ve yazar. Şiir dalında ödülleri var. Romanı da 2019 yılında yayımlandığında Amerika’da epey ses getirmiş. Nitekim roman Türkçede yayımlanır yayımlanmaz da bir rüzgâr yarattı. Ben de romanı “şiddetli” bir tavsiye üzerine okudum.
Romanın adı “Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz” Vuong’un şiirlerinden birinden alınmış. Vietnam Savaşı’nda doğmuş, Amerika’da büyümüş, yazmaya meraklı bir gencin Amerikan rüyasının içinde kendini ve çevresini keşfederken yaşadıklarına dair annesine yazdığı mektuplardan oluşuyor anlatı. Deniz Koç’un başarılı çevirisi ile birlikte lirik bir hikâyeye giriş yapıyoruz. Gencin yaşantısı, annesi ve anneannesi ile birlikte sürdüğü yaşamı anlarken ve bu kadınların hayatlarından Vietnam Savaşı’nın gerçekliğine uzanıyoruz. Tütün çiftliğinde çalışmış Küçük Köpek lakaplı anlatıcımızın ise kendini keşfetmesini, eşcinsel eğilimini fark etmesini ve ilişkilerini okurken Amerika’nın içinde türlü farklılıkları barındıran yapısına şahitlik ediyoruz. Görünmeyen duvarlar, derin acılar, derin yalnızlıklar var bu romanda. Ancak anlatılanın sert ve acı olması onu; acıyı kabartan, kişiyi ezen ve ezilen üzerinden taraf olmaya iten bir anlatı haline getirmiyor. Yazar lirik dili eşliğinde bize bir panorama sunuyor. Bu panoramada Amerika var, Vietnam var, erkeklik var, ırkçılık var.
Romanı bitirdiğimde yazarın dilini, seçtiği anlatma biçimini sevmiştim. Okuru müziği ile içine alan kitapta anlar vardı, duygular vardı, gözlemler vardı. Belirgin bir olay akışını takip etmiyor, hikâyenin içinde özgürce gezinebiliyorduk. O vakte kadar Vuong’u araştırmamış, sadece romanın otobiyografik özellikler taşıdığını öğrenmiştim. Kitabı bitirdikten sonra Vuong’un peşine düştüm. Romanda beni etkileyen asıl şeyin ne olduğunu anlamlandırmaya çalışıyordum. Ve Vuong’un röportajlarını okudum.
1988 doğumlu Vuong yalın ve sade bir imaj çiziyordu. Bir roman yazmıştı. Bu onun ilk romanıydı. Amerikan edebiyatındaki kahraman karakter algısının dışında bir metin yazmıştı. Romanını ne bir mülteci romanı ne bir göçmen romanı ne de bir eşcinsel romanı olarak tanımlıyordu. Çünkü bir yazarın bundan fazlası olması gerektiğini söylüyordu.
Dolayısıyla ilk etapta söyleyeceğimiz tüm yorumları bir kez daha düşünmemiz gerekiyordu. Vuong’un o “daha fazlası” dediği şeyi hissetmiştim galiba. O sebeple asıl etkiyi arıyordum. Çünkü ne dildi beni tam anlamıyla etkileyen ne de hakikatini cesaretle sunduğu sahneleri…
Onun anlatısında her şey doğaldı. Şiirselliğin içinde sert gerçekler, acının ve şiddetin içinde sevgi ve kabul vardı. Yargılayan bir üslubu yoktu. Amerikalıların kendi tarihleriyle yüzleşmeleri gerektiğini söylüyordu. İnsanın geçmişini anlamlandırdığında, yaptıklarını ve yapmadıklarını tam anlamıyla ortaya koyduğunda, kendisiyle yüzleşebildiğinde bazı şeyleri anlayabileceğini ve ancak o zaman bazı şeyleri değiştirebileceğini biliyordu.
Yazdıkları sayesinde başkalarıyla iletişim kurmayı öğrenmişti Vuong. Yazdıklarının bir değeri olduğunu açık mikrofonlarda keşfetmiş, kendi değerini anlamlandırmaya başlamıştı. Dilin zevkine ise Vietnamca ve İngilizce arasındaki farklılıkları çözmeye çalışırken vurulmuştu…
Vuong’un dilini, müziğini, doğallığını, varoluşunu, olma halini, tüm acıların içinde kabulle gelen sevgisini, gerçekliği ortaya koyuşunu, saldırmadan düşündürmesini, mütevazı duruşunu ve kendisinin bu hallerinin metne sızışını sevmiştim galiba…