“Bu sahneyi ben yazmadım. Bu bir gerçek ve yaşandı!
Göstermek ve çekmek zorundayız.”
Yağmuru Bile’de (Tambien la Lluvia, Y: Iciar Bollain, 2010) sarf edilen bu replik; dünyayla kurduğumuz çıkarcı, egoist, yıkıcı ilişkinin sonuçlarını anlamak için sinemanın insanlığa yol gösteren bir araç olarak kullanılması gerektiğini vurguluyor. Fakat sanki bir eksik var. Özellikle son yıllarda, yaşadığımız dünyayı hunharca kullandığımızı, bencil isteklerimiz için masum canlıların yok olmasına göz yumduğumuzu, dahası bu gidişatı durduracak adımlar atmazsak ya da atılmasını sağlamak için ortak bir akıl ve duyguyla harekete geçmezsek ileride sadece bizim değil çocuklarımızın, torunlarımızın, sonraki kuşakların da bu güzel gezegeni tümden yitireceği gerçeğini giderek daha çok belgesel veya kurmaca film vurguluyor ama geniş kitlelerde bu kirli düzene karşı büyük çaplı bir uyanış gerçekleşmiyor. Galiba insanlar böylesine devasa bir çevre krizi karşısında ne yapacaklarını, nereden başlayacaklarını bilemiyorlar. Gündelik politikalarla toplumu uyuşturan siyaset odaklarının ve bunları kontrol eden ulus ötesi sermaye gruplarının sözlerine inanmak daha kolay geliyor belki de. Kitlesel sessizliğimiz maalesef onların ekmeğine yağ sürüyor. Bu yüzden acı gerçekle(rle) sanat yoluyla daha çok karşılaşmamız, yorumlamayı ve çözümler aramayı öğrenmemiz gerekiyor.
Yağmuru Bile
İşte sinema tam da böyle bir noktada endüstriyel değerlerin kıskacından kurtulup dünya çapında özellikle 1970’lerde doğup yükselen “yeşil hareket”in önemli bir parçası olabilir. Üstelik sadece aktivist bir sinema anlayışından söz etmiyorum; filmlerin anlattığı tüm öykülere çevre duyarlılığı sinmeli. Toplumsal yaşama ait gündelik kodların, tüketim alışkanlıklarının ve elbette bunları üreten zihniyetin değişmesi gerekiyor. Bu da kuşkusuz siyasetin ikiyüzlü, göstermelik yöntemleriyle olacak iş değil. Daha geçerli, sürdürülebilir bir değişim istiyoruz. Sinema bu minvalde bireyin duyumsama ve düşünme biçimine etki edebilir.
İZ DERGİ'NİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ
Bununla birlikte sinemanın doğayla kurduğu ilişki ilk yıllardan itibaren bir özne-nesne diyalektiğinden ibaretti. Sinemada doğanın yer alışı, çoğunlukla egemen beyaz-erkek öznenin, doğayı kullanma, ona hükmetme ya da hayran olup ondan feyz alma hikâyelerine bağlıydı. 1970’lere kadar ana akım sinemada doğa; kahramanın kendini bulmak için çıktığı tehlikeli yolculuklar barındırıyor, çoğu zaman pastoral bir arka plan olarak görsel bir çerçeve çiziyor, toplumsal sıkıntıların baş gösterdiği dönemlerde insanlardan öç almak için türlü felaketler yaratıp gücünü test ediyordu. Hâl böyle olunca doğa, insanın varlığını sürdürebilmesi için en ücra noktalarına kadar keşfedilip tanınması ve tehdit unsuru olamayacak hâle getirilmesi gereken bir düşmana benziyor. Bu yüzden ilk yıllardan beri doğanın çeşitli unsurlarıyla mücadele eden kahramanların öyküleri perdede geniş bir yer kaplar. Bu tür filmler, seyirciye güçlü bir özdeşleşim imkânı sunar; ama doğayla değil, doğa karşısında aciz kalmış fakat bir biçimde ya kurtulan ya da doğanın ilgili gücünü dize getiren insanlarla…
Soylent Green
Bu genel eğilim içinde ‘felaket filmleri’, modernist anlayışın önemli dışavurumlarına dönüşür. Özellikle 1970’li yıllar epey verimli. Poseidon Macerası (1972), Deprem (Earthquake, 1974), Arılar (The Swarm, 1978), Çığ (Avalanche, 1978), Meteor (1979) gibi üstün yapımlar yanlış politikalar yüzünden doğal afetlerden zarar gören insanların dramatik öykülerini öne çıkarır. (ki 90’lar ve sonrasında felaket filmleri karşımıza yine çıkacaktır.) Öte yandan İkinci Dünya Savaşı ertesinde, nükleer silahlanmanın sonuçları, tüm dünyada epistemolojik bir değişim başlatmıştır. Doğaya bakış da bu bilinç içinden ekosistemin yaşadığı tehlikelere odaklanmaya başlar. Farklı alanlardaki bilimsel çalışmaların işaret ettiği bulgular, dünyanın tehlike sinyalleri çaldığını kanıtlar. Bunların başında 1980’lerde küresel ısınma etkileri olarak adlandırılan büyük iklim krizi gelir. Böylece ekoeleştiri diyebileceğimiz önemli bir ifade alanı oluşur. Bu dönemin yansımaları ana akım sinemada toplumsal ve politik filmlerin önünü açar. Küresel ısınmanın sonuçlarına bağlı olarak yakın gelecekte ciddi bir nüfus patlaması yaşanacağını öngören distopik Soylent Green (1973), bir nükleer sızıntının toplumsal ve çevresel etkilerini incelemeye çalışan Dünyanın Kaderi ( The China Syndrome, 1979) petrol çıkarmak için bütün bir İskoç kasabasını satın almaya çalışan bir şirketi anlatan Local Hero (1983), bir plütonyum işleme fabrikasında kimyasal malzemeden zarar gören işçilerin mücadelesini çevreci söylemle birleştiren Silkwood (1983) gibi filmler siyasi gerilim kalıpları içinde sermaye gücünü elinde tutan politik çıkar gruplarını hedef alır. Ne ki dünyaya ettiğimiz kötülüklerin aslında kurduğumuz bu ekonomik sistem ve peşkeş düzeninden kaynaklandığını henüz tümüyle kabul etmiş bir anlatı yoktur ortada.
Bununla birlikte bilimsel gelişmeler ışığında kat edilen yolda, doğadan kopmuş insanlık temsilleri de eleştiri konusu olacaktır. Sinema bu bağlamda kültür-doğa ayrımı üzerinde durmayı sever. Özellikle 1960’lardan sonra New Age akımların etkisiyle doğayla uyum içinde, onun bilgeliğiyle sarmalanmış karakterler ortaya çıkar. (Bu filmler arasında Akira Kurosawa’nın Derzu Uzala’sını özellikle anmak gerek.) Teknolojik bir varlık olarak insanın doğa karşısında geliştirdiği yaşam pratiklerinin nasıl da yapay ve dayanıksız olduğunu ortaya koyan filmler, etkileri bugüne de uzanan bir doğaya dönüş arzusu yaratır. Doğanın bilimsel yöntemlerle korunabileceğine inanan pozitivist bakıştan ayrılan bir alan açılır.
Baraka
1980’lerde ortaya çıkan çok değerli bir belgesel serisi bu kavrayışı güçlendirir. Godfrey Reggio’nun Qatsi üçlemesi, ilk film Koyanisqatsi’den (1983) itibaren insan denen varlığın gezegen üzerindeki etkisini, teknoloji bağımlılığının sonuçlarını, insanın doğanın koruyucu dişil alanından nasıl uzaklaştığını tespit eden diyalogsuz, görkemli anlatılar üretir. 1988’deki Powaqqatsi ve 2002’deki Naqoyqatsi dijital devrime kadar giden süreçte doğayla aramıza koyduğumuz mesafeyi müthiş bir sinematografiyle gözler önüne serer. Bu çabaya katılan çok önemli bir başka örnek, Ron Fricke’nin inanılmaz bir emekle dünyanın dört bir yanında çektiği doğa-insan ilişkisini evren, zaman, yaşam enerjisi gibi Doğu felsefesinden gelen özel bir bakış açısıyla harmanlayan Baraka (1992) ve Samsara’dır. (2011)
Avatar
Ana akım sinema kültürü, bütün bu gelişmelerden etkilenir. Çevre sorunlarına duyarlı yeni kuşağın görmek istediği filmler üretmek için doğal kaynakları sömüren çok uluslu şirketlerle, iklim ve doğa kriziyle ilgili araştırmaların üstünü örten siyasilerle mücadele eden karakterlerin yer aldığı konulara yönelir. Bunlara pek çok örnek verebiliriz. Bilimkurgu sinemasından animasyona çok çeşitli türlerde üretiliyorlar. Örneğin, James Cameron’un meşhur üç boyutlu filmi Avatar (2009) Pandora gezegeninin yer altı kaynaklarını sömürmek isteyenleri anlatırken ABD’nin ve büyük devletlerin üçüncü dünya ülkeleri ve topraklarına karşı tavrını eleştirir. Pixar’ın oldukça özgün sayılabilecek Wall-E (2008) adlı animasyonu, insanlığın dünyayı çöpe çevirdiği, her şeyin robotlara kaldığı bir gelecek tasarımı çizer. Bu filmlerde bazen eleştiri noktası, ikinci kez uyarlanan Dünyanın Durduğu Gün (The Day Earth Stood Still, 2008)’de olduğu gibi, son derece düz, neredeyse komik denecek kadar iyimser bir anlatı içinde de filizlenebilir. Bu filmde insanların müthiş bir aptallıkla dünyayı mahvetmesine dayanamayan uzaylılar tüm insanlığı yok etmesi için bir temsilci gönderirler. Acaba insanlık uzaylıları ‘iyi’ olduklarına ve dünyayı düzeltebileceklerine ikna edebilecek midir?
Çevre sorunlarını ele alan asıl değerli yapımlar milenyumla birlikte yükselen belgesel dalgasıyla gelir. 1960’lardan itibaren öncü diyebileceğimiz sinemasal hareketlerle (feminist film kuramı, Üçüncü Sinema Akımı, Cinema Verite / Sinema-gerçek gibi deneyimler) sağlamlaşan eleştirel bakış, doğaya dair kötücül tavrımızı çevre-merkezli daha geniş bir algı içinde ele alır. Bu; aynı zamanda yoksulluk, sefalet, nüfus patlaması, kötü amaçlarla ve gereksiz kullanılan teknoloji ve zehirli atıklar üreten acımasız sistemin de eleştirisi olacaktır. Kurmaca anlatıların rahatlatıcı algısından seyirciyi uzaklaştırıp gerçekle yüzleşmesini sağlayan filmler özellikle 2000’lerle birlikte bir tür eko-sinemanın kurulmasına öncülük eder. Ekolojik bilinçlenme, sürdürülebilir yaşam gibi temalar sinemayla çoğunlukla gerçekliğin estetiği içinde buluşur. Bu açıdan bu döneme damga vuran yapımların büyük kısmının belgesel olması tesadüf değil. Gerçeklik her ne kadar temelde insanı rahatsız eden ve kaçma isteği uyandıran bir yüzleşme aracı olsa da sanatsal üretimlerin gerçeklik yorumları kamuoyunca bir tartışma zemini hazırlayabilir. Tabii bu konuda ciddi bir ideolojik arka plan gerekir. 90’lardan itibaren 60’ların coşkulu aktivizmiyle buluşan yeni akademik çalışmalar bu anlamda ufuk açıcıdır. Jhan Hochman’ın Green Cultural Studies (1998) adlı çalışmasıyla sinema ve ekolojinin olanakları üzerine düşünen entelektüel bakış hem ekolojik duyarlıklı filmlerin daha sağlam bir teorik tabana oturmasını hem de aşırı tüketimi, lüks yaşantıyı ısrarla sunup körükleyen, diğer canlıların yaşam hakkını görmezden gelen filmleri de bu minvalde değerlendirmeyi sağlar.
Bal Ülkesi
Son dönemin kurmacalarında çevreye dair daha oturaklı bir bakışın yer aldığını görürüz. Ülkesinin doğal güzelliklerini tehdit eden endüstriye savaş açan bir kadını konu alan Woman at War (Benedikt Erlingson, 2018), radikal aktivist bir grubun bir barajı havaya uçurmaya çalışmasını anlatan Night Moves (Kelly Reichardt, 2014), ekoterörist bir grubun peşine düşen istihbarat uzmanının tanık oldukları sebebiyle doğru tarafı seçmesini gösteren The East ( Zal Batmanglij, 2013), bir doğalgaz şirketinin topraklarına göz koyduğu kasabada yaşananları aktaran Promised Land (Gus Van Sant, 2012) terk edilmiş bir köyde arıcılıkla geçinen, doğayla barışık bir kadını anlatan Bal Ülkesi (Honeyland, Ljubomir Stefanov, Tamara Kotevska, 2019) aklıma gelen önemli örnekler. Bu arada belirtmeden geçmeyelim çevre sorunlarını ele alan belgesel yapımların seyirciye ulaşması daha zor. Neyse ki bu konuya özellikle eğilen ve kamuoyu yaratmayı hedefleyen festivaller var. Uluslararası Çevre Filmleri Festivali ve Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali ülkemizde giderek büyüyen bir kitleye sesleniyor. Bu adımlar Çeşme, Bergama gibi ilçelerde yeni festivallerin filizlenmesini sağladı. Hem kısa film hem de belgesel üretimi adına çok olumlu gelişmeler bunlar.
Belgesel filmlerin çarpıcı gerçekliğiyle afallayan çevre sorunlarına duyarlı kuşaklar için, onarıcı, pozitif anlatıların, çocuksu ruhla sarmalanmış bir doğa sevgisinin ne kadar önemli olduğuna değinmeden bitirmeyelim. Açıkçası bu konuda en iyi örnek, canlandırma sinemasına katkılarıyla bambaşka bir yerde duran Hayao Miyazaki filmleri olacak. Rüzgârlı Vadi (1984), Prenses Mononoke (1997) gibi filmlerin özellikle çocuklarda doğa bilinci uyandırma becerisine sanırım çok az sinemacı yürekten erişebilir. Miyazaki’nin anlatıları, biraz klişe bir tabir olacak belki ama gücünü yetişkinlerin içindeki çocuğa seslenerek buluyor. Doğaya dair sevgi dolu o bitimsiz merakın yetişkinliğe geçişte ölmediği bir dünya kurmak için Miyazaki’nin ruhuna ve filmlerine daima ihtiyaç var. Bu muhteşem filmleri, siyasetle uğraştıkları için sadece çocukluklarını değil insanlıklarını da yitiren politikacılara özellikle izletmek gerekiyor. Ta ki o ruhu tekrar bulup da bu dünyaya ne yaptıklarını anlayıncaya kadar...
MUTLAKA İZLENMESİ GEREKEN 20 ÇEVRECİ BELGESEL:
Uygunsuz Gerçek (An Inconvenient Truth, 2006, Davis Guggenheim): Al Gore’un küresel ısınmaya dikkat çeken başkanlık kampanyası, sorunun tahminimizden büyük olduğunu belgeliyor. Ona göre herkes sorumlu ve çözüm(ler) de bizim elimizde.
Çöp Savaşçısı (Garbage Warriror, 2007, Oliver Hodge): Belgesel, geri dönüşümlü materyaller kullanarak doğaya zarar vermeyen evler yapan bir mimarı konu alıyor.
Gıda AŞ (Food inc., 2008, Robert Kenner): Fast food modelinin insan ve gezegen sağlığını nasıl bozduğunu araştıran belgesel, çok uluslu Amerikan şirketlerinin ucuz kimyasal yüklü gıda tedarik ettiği kurumsal ticareti sorguluyor.
Aptallık çağı (Age of Stupid, 2009, Franny Armstrong): Dünyayı kaybetme noktasına gelmemize rağmen neden kalıcı çözümler üretemediğimizi anlatmayı deneyen bir belgesel.
Koy (The Cove, 2009, Louie Psihoyos): Japonya’da yapılan yunus katliamını perdeye yansıtan film, çokça ses getirmişti.
Sudaki Suretler (Erdal Tülek, 2011): Son yıllarda ülkemizde ciddi yankı uyandıran HES’lere dair en kapsamlı belgesel. Film Metin Lokumcu’ya adanmış.
Cowspiracy: The Sustainability (Kip Andersen, 2014): Ormansızlaşma, aşırı su tüketimi, kirlilik ve tarım hayvancılığını merkeze alan belgesel, beslenme alışkanlıklarının değişmesi gerektiğini vurguluyor.
Buz ve Gökyüzü (La Glace et le Ciel, 2015, Luc Jacquet): Buzulların erimesini çok önceden öngören Claude Lorius’un elli yıla yayılan çalışmalarını sunan nefis bir film.
Güneşi Yakalamak (Catching the Sun, 2015, Shalini Kantayya): Güneş enerjisinin ekonomik refahtan feragat etmeyi gerektirdiğine dair yanlış algıyı çürüten önemli bir yapım.
Inhabit: A Permaculture Perspective (2015, Costa Boutsikaris): Belgesel, permakültür sayesinde geliştirilen çözümleri inceliyor.
Fil Dişi Oyunu (Ivory Game, 2016, R. Ladkani, K. Davidson): Belgesel , Çin ve Hong Kong’daki multi-milyon dolarlık fildişi ticaretini ele alıyor.
Mavi Nehir (River Blue, 2016, Roger Williams): Kanadalı bir kürekçi, küresel moda endüstrisinin su kaynaklarına verdiği zararı ortaya koyuyor.
Plastik Okyanus (A Plastic Ocean, 2016): Craig Leeson, plastik atıklardan denizleri nasıl mahvettiğini belgeliyor.
Tufandan Önce (Before the Flood, 2016, Fisher Stevens): Leonardo di Caprio gibi aktivist ünlüler iklim kriziyle ilgili görüşlerini aktarıyor.
Mercan Peşinde (Chasing Coral, 2017, Jeff Orlowski): Yok olan mercanların gidişi, başka doğa sorunlarını tetikliyor.
İnsan Unsuru (Human Element, 2018, Matthew Testa): Belgesel insan-doğa dengesini son yüzyılda nasıl bozduğumuzu masaya yatırıyor.
2040 (Damon Gameau, 2019): 2040’a kadar iklim değişikliğinin yarattığı durumu tersine çevirmek mümkün mü? Yenilenebilir enerji ve tarım uygulamalarına geçiş, deniz yosunlarının kullanımı gibi çözümler sunan belgesel ilham verici.
Artifishal (Josh Murphy, 2019): Deniz ürünlerine olan takıntılı zevkimizin ekolojik sistemi nasıl aşındırdığına dikkat çeken bir yapım.
Ahtapottan Öğrendiklerim (My Octopus Teacher, 2020): Craig Foster’ın bir atolde vahşi bir ahtapotla kurduğu dostluk, canlılarla empati kurmak adına ilham verici.
Gezegenimizden Bir Yaşam (A Life on Our Planet, 2020, J. Hughes, K. Scholey…): Doğa bilimci David Attenborough, 50 yıla yayılan tanıklığıyla biyolojik çeşitliliği geri getirebilecek çözümleri ön plana çıkarıyor. Tüm zamanların en iyi çevre filmlerinden biri sayılmalı.