Hayatımızın her alanı şiddet ile kaplı. Evlerimizden iş yerlerimize şiddete gömülüyüz; insandan insana, doğanın bir parçası olduğumuzu unutup ağaçlara ve hayvanlara yaptıklarımıza kadar ve hatta kendimize yaptıklarımız dahil çok şey şiddetin tezahürü…
Gözümüzle gördüğümüz şiddeti çözmek kolay olmasa da tanımlamak kolay. Bir de görmediğimiz şiddet var ki görünen şiddete karşı çıkanlar bile ruhlarının derininde o şiddeti taşıdıklarının farkında değil. Dolayısıyla dile getirilmesi, tanımı, ayrışması ve önlenmesi başka bir problem. Varlığının kabulü bile…
Dünya ve insanlık olarak karşı karşıya kaldığımız her türlü şiddetin sonuçlarını her geçen gün daha derinden hissetmeye, yaşamaya ve hatta bu sonuçların altında ezilmeye başladık. Üstelik şiddete karşı çıkarken bile zaman zaman şiddeti çoğaltıyoruz ve farkına bile varmıyoruz bu durumun…
Şiddetin temelleri çocukluğumuzda atılıyor. İlişkilenme biçimlerimizde… Annemiz ve babamız bizi sevsin isterken… Bizi hayatta yeşertecek koşulsuz sevgiyi ararken… O sevgiyi almak için yaptığımız ilk hareketlerde, yaptığımız hareketlere aldığımız ilk tepkilerde…
Alice Miller, Beden Asla Yalan Söylemez adlı kitabında anne ve babamızla olan ilişkilerimizin hayatımızı ve diğer ilişkilerimizi nasıl etkilediğini çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Ebeveynler kadar, kitabı okuduğunda bu tahribatı gören çocuklar için de çarpıcıdır Miller’ın kitabı.
Üstelik fiziksel şiddet olmadan şiddetin nasıl hayatlarımıza sirayet edebildiğini gösterir. Çok basit söylemler, çok basit azarlamalar, küsmeler, küçük oyunlar çocukta bağ kurma yetisini farklı bir biçime taşıyabilir. Bir nevi isyan niteliğindedir Miller’ın kitabı. Ahlak adı altında hayatımıza dayatılan kuralların tahribatlarını gözler önüne serer. Bunu kitabın ilk bölümünde yazarların gerçek yaşam öyküleri ve yapıtları arasındaki bağlarla örnekler. Nedenleri gösterir, sonuçları kabul etmez. Değişimin sorumluluğunu kişiye yükler. Sadece toplum öyle istediği, öyle olması gerektiği için ebeveyne hürmeti kabul etmez. İlişkiyi zedelemek değildir derdi, halihazırda zedelenmiş ilişkiyi görmezden gelmeyi reddeder.
“Yetişkinlik, hakikati artık inkâr etmemektir; bastırılmış acıları hissetmek, bedenin duygu seviyesinde hatırladığı hikâyeyi bilinçli olarak kabul etmek ve bastırmak yerine o hikâyeyi birleştirmek demektir.”
“Duygular öldürmez” der… Duygularımızla temas etmenin öneminden, özgürleştirici etkisinden bahseder. Bizse erkeklerin ağlamadığı, kadının gözyaşlarının güçsüzlük sayıldığı toplumlarda; yaşanmamış ya da üstü kapatılmış duyguların öfkeye, öfkenin şiddete dönüşünü gözlemliyoruz. Duygularımıza dokunmaya korkuyoruz.
Ve bazen sessizliğe bürünüyoruz. İtiraz etmiyor, olanı görüyor, hatta kabul ediyor, duruyoruz. Öğrendiğimiz gibi devam ediyoruz. Susuyoruz. Cevap bulamadık diye cevap aramıyoruz. Birlikte konuşmuyoruz. Cevapları birlikte aramıyoruz. Susuyoruz. İletişim kurmuyoruz. Anladığımız kadarıyla kendimizi biliyor sanıyoruz. Cevap bulamasak da birlikte soru sormanın sağaltıcı gücünü unutuyoruz. Yarar sağlamıyorsak da zarar vermediğimizi sanıyoruz.
Oysa yaptığımız hareketler kadar yapmadıklarımızdan da sorumluyuz. Şu son paragrafın üstüne ister duygusal ilişkinizi koyun ister çevre bilincinizi; komşunuz, iş arkadaşınız veya ebeveyninizle ilişkinizi… Örneklerini bulacağınıza eminim. Duygularınıza dokunmadığınız ve yarayı kaşımadığınız sürece bildiğiniz dünya devam edecek, bildiğiniz ve sonuçlarını gördüğünüz gibi devam edecek. Duygularınıza dokunmaktan korktuğunuz her an sessizliği perçinleyecek, içinizdeki çocuğun boşluğunu büyütecek…
İçimizdeki çocukla bağ kurmak, incinmişliklerini, isteklerini görmek, gördüklerini kabul etmek ve bunlara katlanmak kolay değil, kabul ediyorum. Ancak onu sarıp sarmalamak, başını okşamak ve yetişkin halinizle onun yanında olduğunuzu söylemek kadar rahatlatan ve güven veren az şey var. Ona gösterdiğiniz şefkat başı dik, korksa da cesaretle ilerlemesini, ilerlemenizi sağlayacak hayatta. Kendinizle kurduğunuz bağ, başkalarıyla kurulacak yeni bağların, güçlü bağların temelleri olacak.
Bu alanda çığır açmış bir psikanalist olan Alice Miller’ın kendisinin de eleştirdiği ebeveynlerden biri olduğunu, ölümünden sonra sorunlu ilişkilerini üzerinden bir ağırlık kalkmış gibi anlatan ya da “ancak anlatabilen” psikoterapist oğlu aracılığıyla öğrenmek üzücüdür. Bilmek davranışı dönüştürmek için maalesef yeterli değil. Ama farkına varmak için iyi bir başlangıç olabilir.
Değişim ve dönüşüm için büyük adımlar atmaya hiç itirazım yok, ancak daha iyi bir dünya için önce kendimizle ve yanı başımızdaki kişilerle atılacak küçük dönüştürücü adımların gücüne de inancım sonsuz… Hakikati inkâr etmemek, bastırılmış acıları hissetmek, bedenin/dünyanın duygu seviyesinde hatırladığı hikâyeyi bilinçli olarak kabul etmek ve o hikâyeyi bastırmak yerine birleştirip dönüştürmek…