Son dört-beş aydan beri gıda fiyatlarında aşırı artışlar vatandaşın canına tak etti. Zaten ülke nüfusunun yarısı asgari ücretle ayakta kalmaya çalışıyor, bir de fiyatlar üçe, dörde, beşe katlayınca vatandaş eskiden tükettiği ürünlerden yavaş yavaş vazgeçmeye başladı veya tüketim miktarını azalttı. Peki nereden biliyoruz bunları, son ay ve günlerde televizyon ekranlarında ve sosyal medyada on liralık kıyma alanlar, bir lira daha ucuza ekmek almak için uzun kuyruklarda bekleyenler, pazara gidip sebze-meyveyi tane veya kilogram değil de gramlık miktarlarda alanlar veya hiç alamayanların görüntüleri bize yaşanan tek adam yönetimi sistemi ile bir şeylerin yolunda gitmediğini, yolunda gitmesi için de bir şeyler yapılmadığı gösteriyor. Benzer konu, yağda, tahılda, et ve süt ürünlerinde de yaşanıyor. Bu gıda maddeleri mutfaklarımızın olmazsa olmazı. Bugün konut, araç, tekstil ürünleri ihtiyaç olsa da ertelenebiliyor ama gıda ürünleri her gün mutfağımıza ve midemize girmesi zorunludur, yaşamsaldır. Peki bu fiyatlardan bu ürünleri bize tükettiren SUÇLU KİM?
Ön bilgi: Tarım ve Orman Bakanlığı var, yaza giriyoruz, orman yangınları her yıl başımızı ağrıtıyor, faal yangın uçağımız var mı? Bilmiyoruz… “Uçaklara kuşlar yuva yapmış, uçuracak bir tek uçağımız yok” açıklaması geçen yıl Orman Bakanına aitti… gerisini siz düşünün.
Şimdi, bu sebze ve meyvenin mutfağımıza gelene kadar nerelerden geçtiğini, tarladan başlayarak nasıl maliyetlendiğini açıklayalım.
Tarladan başlayalım, çiftçi, işçilik, traktör, traktörün MTV’si, zorunlu trafik sigortası, kaskosu, mazot fiyatları, fide ve tohum fiyatları, sulama, sera ve ısıtma, elektrik, sigortası, dövize bağlı gübre ve ilaç fiyatları, hasat maliyetleri, banka kredi faiz ve ana para ödemeleri, Pazar ve pazarlama sorunu… ne kadar sorunu varmış üreticinin? Peki devlet bunun neresinde ve ne kadar desteğinde, hele hele son 10-12 yılda tarımda üretime katılan işgücü yüzde 50 azalmış, ekilebilir alan ise iki Trakya büyüklüğünde araziyi ekmekten vazgeçmiş iken… doğal afetler, sel, kuraklık gibi etkenleri de dahil etmiyorum.
Daha çiftçiden, tarladan yeni çıkıyoruz, pazarlama bacağında, üretici tüccar ve komisyoncu ile karşı karşıya kalıyor çiftçi. Tüccar ve komisyoncunun maliyetleri var, bunlar peşin veya vadeli ödeme taahhütleri, ürün toplama, işçilik, kasalama ve ambalaj, nakliye ve hal’e teslimi… hasarlı ve çürük ürün maliyeti de ekleniyor.
Ürün Hal’e geldi, ortadan bir düzenlenmiş hal yasası yok, kendi kanunları ile yönetilen bir hal ve hal’deki komisyoncular, yani tüketiciye ulaştıran komisyoncuya satış yapanlar, bunların da giderleri var, soğuk hava depoları, işyeri giderleri, işçilik, hamaliye giderleri, nakliye, ambalajlama ve koruma giderleri ve kar olmak üzere diğer giderlerdir.
Farz edelim ürün (domates, biber, patlıcan, salatalık, limon veya yeşillikler) Antalya’dan İstanbul’a gidecek, ambalajlama, nakliye, taahhütlü köprü ve otoyol geçiş ücretleri, akaryakıt maliyetleri ve ara komisyoncu karları…
Geldik İstanbul Hal’ine, hal komisyoncularının depolama giderleri, ambalajlama, işçilik, hamaliye, ofis, elektrik vs.… giderleri artı kar ile birlikte ürünün nihai tüketiciye sunulmak üzere marketlere, manavlara, pazarcılara ve diğer satıcılara devredilmesi…
Gelelim ürünün vatandaşa satılmasına; zincir marketler, marketler, pazarlar, manavlar ve diğer satıcılar için ise kendi işletme giderleri artı kâr marjı nihai tüketiciye sunulan fiyatı belirliyor. Bunların fiyatlarını belirlerken elde kalacak zayiat miktarı oranını da ekleyerek, yani herkes geldi en iyilerini seçti aldı ve en sona seçilmeyen ve zaman aşımından dolayı kalan ve talep edilmeyen çöpe atılacak ürünlerin maliyeti de eklenerek tüketici satın alım fiyatı belirleniyor. İşte tükettiğimiz, mutfağımıza ve soframıza konulan, midemize giren gıdanın hikayesi bu…
Bu hikâyede, daha çok kazanma hırsı ile kapitalist sistemin getirilinden daha fazla yararlanmak isteyen zincir marketler hariç, çünkü; zincir marketler kurdukları tedarik zincirleri sayesinde ürünü direkt tarladan, birinci elden alarak nihai tüketiciye sunuyor. Şöyle diyelim, Antalya’da tarlada 10 liraya satılan domates, İstanbul Hal’ine gelene kadar 14-15 lirayı buluyor. Buradan tüketiciye satılmak üzere, pazarcıya, manava, marketlere satılıyor. Bu satıcılar da, işyeri giderleri ve kar ekleyerek 25-30 liraya vatandaşa satıyorlar. Zincir marketlerde ise ürünü tarladan aldığı için süreç içerisinde maliyetlenen bu yüzde 30-35’lik farkı hanelerine kar olarak yazıyorlar.
Bu kadar pahalıya tüketmemizin suçlusu kim? Cevabı çok açık, son 15 yılın AKP hükümeti ve son 4 yılın tek adam yönetim sistemi. Hatırlayalım, 2001 krizinden sonra iktidara gelen AKP, krizde bir milyon yedi yüz bin liraya kadar çıkan dolar kurunu (Yeni para ile 1,7 lira) taaa 2013 yılına kadar yaklaşık on yıl 1,2-1,7 lirada tuttu, hatta bir ara bir dolar bir lira olacak bile denildi. İşte bu dönemde ülke dışından satın almak çok daha ucuz oldu. Dışarıdan ucuza ithal etmek bizi içerde üretmekten vazgeçirdi. Çiftçi, ürettiğini satamaz veya zararına satacak duruma düştü. 2018 yılında hayata geçirilen tek adam yönetim sistemi ile ekonomide alınan yanlış kararlara bozulma başladı. 2021 yılı eylül ayında ise Cumhurbaşkanının “NAS” iddiası ve faiz indirimi, döviz kurunu 14,60 liraya kadar yükseltti. Sebze ve meyveyi pahalıya tüketmemizin SUÇLUSU kötü yönetim, tarımda planlanmayan üretim ve NAS iddiasıdır.