Yaşadığımız orman yangınları kolektif hafızamıza yeni bir eşik olarak işlendi, işleniyor. Geçtiğimiz haftalarda bu yangınların başlamasıyla birlikte söndürülmeleriyle ilgili ortaya çıkan durumlar yönetimsel olarak aksayan farklı alanları daha görünür kıldı. Bunun yanında toplumsal olarak korku, öfke, üzüntü, kaygı, çaresizlik, yalnızlık, karamsarlık gibi duygular ortaya çıkarken, mücadele, dayanışma ve bireysel çabalar da azımsanmayacak düzeydeydi. Diğer taraftan kadın cinayetleri de devam ediyordu.
Zihinlerde ise bir soru vardı: Nasıl çıkacağız tüm bunların içinden?
Tam da o günlerde Metin Akpınar’ın hayatını konu alan İyi ki Yapmışım adlı belgeseli izledim. Ve belgesel tüm o duygu hengamesinin içerisinde ‘iyi ki izlemişim’ dedirtti bana. Yüreğime biraz huzur serpildi, geçmişe dönük bir özlem duydum, tam da bu özlemin doğduğu noktadan ileriye dönük umut doldum.
Belgeselin yönetmenliğini Selçuk Metin yapmış, senaryosunu Zeynep Miraç yazmış, görüntü yönetmenliğini Uğur İçbak üstlenmiş, Murat Evgin’in müzikleri yapmasıyla ve tabii ki Metin Akpınar’ın kendisinin, hikâyesinin ve hayatını paylaştığı kişilerin etkisiyle ortaya çok güzel; nezaket, sıcaklık, sevgi, saygı, sahiplenme ve aidiyet dolu bir yapım çıkmış.
Doğduğunda İkinci Dünya Savaşı henüz bitmemiş ve Türkiye tarihinin tüm darbelerini görmüş olan Metin Akpınar, son derece verimli ve üretken bir hayat geçirmiş, tiyatroyu sanatseverlerin ayağına götürmek için çalışmış.
O zamanlar nüfusun yüzde otuzunun büyük kentlerde yaşadığını ve kentli insanların sanatla iç içe olduğunu söylüyor Akpınar bir televizyon söyleşisinde. Gazete, kitap okuyan, tiyatro, operaya giden bir aydın kesimden bahsediyor. Ardından köyden kente oluşan zorunlu göçün sonucunda ise köy kalkınmasının gerçekleşmediğini, Muhsin Ertuğrul’un önerdiği bölge tiyatrolarının kurulmadığını söylüyor. Bu göçün sonucunda ise kent kültürüyle harmanlanan yeni bir kültür yerine kent kültürünün aşağı çekildiğini, yeni ama yoz bir kültür oluştuğunu anlatıyor. Üstüne bir de kutuplaşmayı eklediğinizde – hatta iki yönlü değil, çok yönlü kutuplaşmayı eklediğinizde kimsenin kimseye güveninin kalmadığı bugüne ulaştığımızı belirtiyor.
Bugün… Her konuda kutuplaşabileceğimizi gördüğümüz, linç kültürünü geliştirdiğimiz, doğru bilgiyi nerede bulacağımıza bakmadan çok kişinin söylediğini veya kulaktan dolma bilgileri doğru saydığımız, suçu başkasına atmayı seçtiğimiz, öfkelenip öfkemizi yapıcı bir öfkeye dönüştüremeyip yakıp yıktığımız, asıl nedeni göremediğimiz, bilgiyi ve bilimi dışlayıp kendimizi kendi yöntemlerimizle iyileştirmeye çalıştığımız, kolayı ve kolaycılığı seçtiğimiz, emeğin karşılığını vermediğimiz/almadığımız, önyargılarla hareket ettiğimiz, saygıyı, sevgiyi, nezaketi kaybettiğimiz, değerlerden uzaklaştığımız, sanattan koptuğumuz, estetiği unuttuğumuz, düşünmediğimiz, kahramanlar aradığımız, sorgusuz sualsiz inandığımız, ahlakı rafa kaldırdığımız, çarçabuk unuttuğumuz, hiçbir duyguyu sindiremeden bir yenisiyle karşılaştığımız bugün…
İçeride yankılanan soru nasıl çıkacağımız tüm bunların içinden?
Belgesel bana iyi gelmişti çünkü 1957’de Yeşil Sahne’de amatör olarak başlayan tiyatro hayatını 1964’te Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyunuyla profesyonele taşıyan Akpınar, belgeselinde aslında bu sorunun cevabını da veriyordu. Emeğin daha çok karşılık gördüğü, daha dürüst, daha ahlaklı, nezaketli, iyi bir amaca dönük olan, sanatla iç içe bir dönemdi o zamanlar… Bir yandan Türk tiyatro tarihine, bir yandan da yakın Türkiye geçmişine bakmamızı sağlayan belgesel, bize karanlıklardan çıkışın da yollarını Akpınar’ın hayatı, anıları ve çalışma ve özel arkadaşlıklarıyla gösteriyordu.
Söyleşisinde ise içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmanın, çıkışın yolundan bahsediyordu Akpınar: İyinin, güzelin, doğrunun yanına etik, estetik, adalet ve sevgi koyup sevgiyi çoğaltmak…
Haftaya buradan devam edeceğim.