Sokağa çıkma yasağının insanları nasıl sokağa döktüğünü yazıyor.
Yazıyor yazıyor… Koronavirüs yüzünden insanlar evlerine kapanırken, çocuk istismarcılarının özgürlüklerine kavuşacağını yazıyor…
Dünya salgınla uğraşırken, Salda Gölü’ne iş makinelerinin nasıl girdiğini yazıyor…
Sıklıkla kendimi bir oyunun ya da bir filmin içinde gibi hissediyorum. Bu süreçte gerçeklik olgusunu kaybetmeden hayata devam etmek kolay olmuyor.
Son dakika duyurulan ve yeterince açıklayıcı olmayan sokağa çıkma yasağının halkı korku ve panikle nasıl sokağa döktüğünü hepimiz biliyoruz. Ne zaman biteceğini bilmediğimiz bir bekleyişin içindeyiz…
Bazen Godot’yu bekliyormuşuz gibi geliyor. Biz de Estragon ve Vladimir gibi bekliyoruz. Bizim beklediğimiz Godot kim? Biz neyi bekliyoruz? Sağlık mı? Özgürlük mü? Gelecek güzel günler mi? Adalet mi? Tanrı mı? Virüs aşısı mı?
Beckett’in iki ana karakterinin Godot’yu bekleme dışında hiçbir umutları yoktur. Bizim de şu sıralar en büyük umudumuz güzel günleri düşünmek. Dünya olarak bu kaostan kurtulmak…
Her gün belirsizliğe uyanırken, bir yandan da “hiçbir şey yapmıyorum” duygusuyla boğuşmak... Eylemsizlik insanı rahatsız ediyor. Daha çok okumalıyım, daha çok yazmalıyım, müzik dinlemeliyim, yemek yapmalıyım, çiçek tohumları ekmeliyim, üretmeliyim…
Belki de akıl ve ruh sağlığımızı korumaya, yaşamın akmaya devam ettiğini hissetmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Modern toplumun içinde durmadan hareket eden robotlara dönüşmüşken, durmanın da çok önemli bir eylem olduğunu acaba biliyor muyuz?
Öte yandan; “Bir gün daha hastalanmadan çalışsam da evime ekmek götürsem” diyenler var.
Bir yandan da, bizler için canını dişine takmış çalışan sağlık emekçileri var. Çalışmak zorunda olanları düşündükçe, evden çıkamadığımız için “sıkılıyorum” diye düşünmekten utanıyor insan… Evde kalma şansına sahip olmayan insanlar için kaygılanmamak ise imkansız.
Maskeler, eldivenler, gözlükler ile adeta bir “bilim kurgu” filminin içindeyiz.
Süreç içinde ; “La Casa De Papel” imdadımıza yetişti, onu da bir gecede tükettik. “Keşke filmi idareli kullansaydık” dedik ama iş işten geçmişti…
Film, kitap önerileri, etkinlik paylaşımları, minik sevimli oyunlar, canlı yayın konserleri, derken bir ay geçip gitti. Tam evde kalmayı başarmışken bir sürpriz oldu.
Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İşte asıl film o zaman başladı. Günlerdir eldivenle, maskeyle, sosyal mesafeyi itinayla koruyan insanlar bir anda çılgınlar gibi sokağa döküldü.
İki günlük sokağa çıkma yasağı gece belli olunca adeta zamanla yarıştı insanlar. İki saat içinde, marketlere, bakkallara, benzin istasyonlarına hücum ettiler.
Jose Saramago’nun romanından uyarlanan “Körlük” filmini çağrıştırdı. Filmde bir anda ülkeyi saran körlük salgını sonucunda bütün körler karantinaya alınıyordu. O karantina sürecinde büyük bir kaos yaşanıyordu. Açlık, zorbalık, şiddet… Bütün ahlaki değerler sorgulanıyordu. Yaşam adeta duruyordu ve insanların bütün çabası ne olursa olsun hayatta kalmak oluyordu.
Korku ve panikle sokağa taşan insanlar bir romandan fırlamış gibiydi. Tek fark vardı; hepsi gerçekti. Kurgu değildi, bir yazarın hayal ürünü değildi. Gerçi son günlerde, gerçek ve gerçek dışı ne varsa iç içe geçmiş durumda.
Sanki bir aydır sokağa çıkmak yasakmış da, yasağın kalktığı haber verilmiş gibi bir atmosfer oluştu… Sokağa taşan insan kalabalığı çok büyük panik yarattı. Bakkal kuyruğunda kavgalar edildi, tekmeler, yumruklar havada uçuştu. Sosyal mesafenin gözüne gözüne çaktık yumruğu…
Market kuyruğunda elinde kola ve çikolata olan vatandaşlar gündeme oturdular. Bir insanın izni olmadan fotoğrafını çekip, rızası dışında paylaşılması ise başlı başına bir suçken, elinde tuttuğu yiyeceğin de günlerce reklamı yapıldı. Sosyal medya üzerinden günlerce alay edildi… Adını tekrar tekrar söylemek istemiyorum. Fazlasıyla konuşuldu o malum yiyecek.
Bir aydır sosyal mesafeyi korumak adına dünya olarak bilinçlenmeye çalışırken, insan sağlığını hiçe sayan kalabalığın içine düştüğü kaosun nedenleri dururken, bütün meselemiz elinde çikolata tutan adam oldu.
Sosyal medya üzerinden linçler başladı. Marketlere akın eden insanlara “Cahiller…” dendi. Panik, korku, belirsizlik insana neler yaptırmaz ki?
Çocukluğumda İzmir’de bir deprem yaşanmıştı. Deprem anında herkes panikle sağa sola kaçmaya çalışırken, komşumuz masada duran saksıya sıkı sıkı sarılıp evden çıkarmaya çalışmıştı. Panikle, korkuyla, ne yapacağını düşünemeyecek bir halde, çocuklarına değil çiçek saksısına sarılmıştı…
Karşımızdakileri ötekileştirip, küçümsemek, yargılamak, linç etmek yerine, anlayışlı olmak bu süreçte daha çok işimize yarayacak sevgili dostlar…
Saygılar…