Bir zaman önce, antik Roma şairi Horatius’tan ödünç alarak “Aklını kullanmaktan korkma!” diye bir yazı yazmıştım. Kuşkusuz akıl, softaların kökten düşman olduğu en değerli organlarımızdan biri…
Yeniden söylemeye bilmem ki gerek var mı? Aklını kullanmaya cüret eden insanlık, yüzlerce yıldır softalığa karşı savaşarak bulabiliyor yolunu. Çünkü softalık, aklı, Tanrıya bir isyan olarak görüyor! Fakat içlerimizde aklımızla oluşturduğumuz savunma alanlarımız olmazsa, ortalama bir yaşam anaforundan bile çıkabilmemiz ne güçtür!
Bundan yüzlerce yıl önce 1615’lerde Galileo Galilei de, Engizisyon Mahkemesi’nin ağır baskısı altındayken sormuş; “Bize akıl, mantık ve algılama yetisi bağışlamış olan Tanrı, neden bunları kullanmaktan vazgeçmemizi istemiş olsun ki!”
Geçtiğimiz bu zorlu Korona günlerinde, yalnızca aklın olanaklarıyla çözülebilecek pek çok sorunu, yeniden bilinmezin süngersi yalnızlığına terk ettirmeye çalışanlara inat, hepimiz, aklın olanakları içinde kendimize uygun savunma alanları oluşturmalıyız, oluşturuyoruz da. Bu alanlara, ışıklar içinde yatasıca Ahmet Cemal “İç Kale” derdi.
‘Erasmus’un Yansızlığı’ adlı makalesinde; “Stefan Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür “iç kale” inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır. Bu da, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü belirleyemeden, dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine yol açar.
Oysa kendine bir ‘iç kale’ inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.”
Aklın ve bilimin olanaklarıyla kendi “İç Kalelerini” oluşturabilmiş dünya sağlık çalışanları, bir tek hastalarını kurtarabilmek uğruna kendi yaşamlarını feda edebiliyorlar. İşte İtalyan hekimlerin ardı ardına ölümleri… Ve korkarım sıra bizim fedakâr sağlık çalışanlarımıza da geliyor. Buna karşılık “Diyanet” denilen para yutma kurumunun içine düştüğü içler acısı hal…
Öyleyse bu hafta sizlere, yukarıda yazdıklarımın da ışığında, tarihin içinden ‘bir bilim insanı ve softa hikâyesi’ aktararak sonlandırayım yazımı:
Lavoisier'in asıl eğitimi Hukuk'tu ve Paris Barosu'na kayıtlı bir avukattı. Fakat bütün dünyada kimya biliminin dehası olarak biliniyordu. Bilimsel gözlemleri, yorumları ve yaptığı konuşmalar nedeniyle yaygın bir ün kazanmıştı. Bir gün kimya bilimini reddeden yobazları gösterip: "Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz" dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp, giyotinle ölüme mahkûm edildi. Lavoisier; matematikçi arkadaşı Lagrange'i çağırdı ve "Kafam sepete düştüğünde gözlerime bak. Eğer iki kere göz kırparsam insanın kafası kesildikten bir süre sonra da beyni düşünmeye devam ediyor demektir”... dedi. Lavoisier' in kafası kesildi, sepete düştü ve Lavoisier gülerek iki kere göz kırptı.
Matematikçi Lagrange bunun üstüne diyor ki; “Lavoisier' in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Fakat o yobaz kafalar asırlarca karanlıkta sürünecekler, insanlığı da süründüreceklerdir..."
Lavoisier katledildiğinde tarih 8 Mayıs 1794'ü gösteriyordu. İnsanlık 226 yıldır bu karanlık akıllılarla mücadele ederek geldi bugünlere… Bundan sonra da aklın ve bilimin ışığında Koranavirüs’ün de yenildiği aydınlık günlere yürüyüşünü sürdürecek kuşkusuz; yeter ki softaların “akla” saldırısının önüne geçmeyi başarabilelim!