Sosyal medyada, dünyayı teslim alan bu küçücük virüsün tahribatından sonraki dünyaya ilişkin, ne çok görüş var! Fantastik ve şaşırtıcı olandan, gerçekçi ve akla yatkın olana dek epeyce uzun bir liste. Ama sanırım en çok da komplo teorisi içerenler revaçta… Fakat hakkını teslim etmeliyim, bu komplo teorisi içerenler içinde gerçekçi olanları da yok değil… Sosyal medya, hayatlarımızı öylesine kuşattı ki, dışarının bir anlamda yasaklanmasından sonra bütün hayatlarımız o ağlardan akıyor! Kimilerince dikkatli de kullanılmayan o ağlar karamsarlığın, umutsuzluğun daha da çoğalmasına neden de oluyor kuşkusuz; bunun altı da kalınca çizilmeli! Nitekim geçtiğimiz günlerde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Direktörü de “Biz yalnızca pandemi ile savaşmıyoruz, aynı zamanda infodemi ile de mücadele ediyoruz” dedi.
“İnfodemi: Kanıta dayalı olmayan, abartılmış, alakasız, asılsız, yalan, yanlış bilgiler, hurafeler ve komplo teorileri bir salgın gibi insandan insana bulaşıyor ve salgının yönetilmesini olumsuz etkiliyor; paniği artırıyor ve müdahalelere uyumu azaltıyor…”
Hayatlarımızın “doğal akışı” içerisinde sabah uyanınca o ‘sosyal ağlardan’ gelen iletiler, bildirimler, vesair’le karşılaşıyoruz ilk önce; oradaki bilgiler eğer umutsuzluk örgütlüyorsa umutsuz, mutsuzluk örgütlüyorsa genellikle mutsuz oluyoruz. Virüs öncesinde de takıldığımız ama virüs sonrasında neredeyse büsbütün baş başa kaldığımız bu “sosyal medya hali” temel olarak bildiğimiz “eski dünyalarımızın” alt/üst oluşuna neden oluyor…
Sözgelimi bu satırların yazarı olarak ben; haftada en az iki yazı üretmem gerekiyor... Sonra şiirlerim ve oldukça yoğun bir okuma programım, üstüne çalıştığım yeni bir kitabım var; peki çalışmalarımı gönül rahatlığıyla, evde kalıyor olmanın mutluluğu içinde yapabiliyor muyum? Hayır, elbette yapamıyorum. Çünkü geçmişte (KOVID-19 öncesi) içinde bulunduğum görece “özgür” dünya birdenbire uçup gitti ve geriye, sanki eskiden bütün özgürlükleri varmış da elinden alınmış bir insan olarak, yazı masamın başında öylece kalakaldım. Ne yazı yazmak, ne şiir çalışmak, ne de okumak geçiyor içimden; gerçekten böyle hissediyor muyum? Evet, tam da böyle hissediyorum. Kuşkum yok ki farklı disiplinlerden pek çok dostum da aynı duygular içindedir…
Beni bu ‘geçici üretimsizliğe’ iten ve beynimin kılcal damarlarını parçalayan bir başka sorunsa; yarın insanlık bu virüsü yenince ve hepimiz “özgürce” sokaklara çıktığımızdaki dünyanın, bambaşka bir dünya olacağı gerçeği; fakat bu “yenidünyanın” özgürlüklerin çoğaldığı, totaliter yöneticilerin yönetileni anladığı bir dünya olmayacağı açık. Aksine totaliter yöneticilerin daha da azgınlaştığı, sadaka düzeninin dünyanın pek çok ülkesinde yerleşik hale geldiği yeni bir dünya kurulacak gibi... Çünkü Kovid-19 en çok da, en aşağıdakileri vurdu. Geliri en düşük, yaşam korkuları en yüksek kesimler bu süreçten korkularını daha da güçlendirerek çıkacaklar; tanrılarına ve onları bu virüsle buluşturan kapitalizmin efendilerine daha da sıkı sarılacaklar sanki…
Sosyal medyada dolaşan ve Amerikalı aktör Morgan Freeman’ın söylediği varsayılan şu sözse gireceğimiz o sıkıntılı günlerin özeti bir bakıma: “Virüsün olduğu 179 ülkede 50 farklı tanrıdan yardım istendi, hiç biri dönüş yapmadı. Fakat bilim aşıyı bulduğunda, (kuşkusuz) herkes kendi tanrısına teşekkür edecek…”
Fakat hepimizin bildiği gerçek şu ki; Kovid-19’un da, yoksulluğun da, esaretin de, yok olan doğamızın da tek sorumlusu; dünyanın her yerindeki televizyonlardan böbürlenen kapitalizmin efendileridir. “Pandemi” sonrası, “infodemi”den uzak bir dünyayı onlara inanarak değil, onları alaşağı ederek kurabiliriz ancak. Bundan ötürü ki amandır; “karartmayalım sol mememizin altındaki cevahiri…”