Pazar günü Ulusal Varoluşçu Psikoterapiler Konferansı buluşmalarının dördüncüsüne katıldım. Salgın şartlarında, sokağa çıkma yasağının olduğu bir günde online olarak gerçekleşen konferansın ana başlığı “Evsiz, Yersiz, Yurtsuz” idi.
2020’nin son pazarına yakışan bir aktiviteydi benim için. Salgın başından bu yana – ki neredeyse tüm 2020 yılı demek oluyor bu – ruh hallerimizdeki dalgalanmayı yeniden düşünme, farklılıklarımıza rağmen buluştuğumuz ortaklıklarla tüm yalnızlığımızın içinde yalnız olmadığımızı hatırlama fırsatı buldum. Bir nevi “ev” hissi…
Panelistlerin üzerinde durduğu konular, ana başlılar son dönemde üzerine daha da çok okuma yaptığım ve yapmak istediğim alanlara denk düşüyordu. Tekinsizlik, dünyadaki halimiz, varoluşumuz, dil, beden, ev, evsizlik, ölüm ve yaşam… Var olduğumuz şu anda hayatın bize sunabileceği tek şeyin şu an var olduğumuz gerçeği olduğu… Bir de bir gün öleceğimiz...
Niyetim 2020’nin son yazısını, hepimiz ayrı bir yerden umut bulmaya çalışırken karanlığa boğmak ve içinizi karartmak değil. Aksine bu yazıya konu olabilecek, hoşuma giden, düşünmemizi sağlayan bazı yerleri paylaşarak 2020’den öğrenimlerimizi alıp yeni bir seneye yeni bir şekilde başlamak… Düşünür özelinde detaylara takılmadan, olabildiğince isim de vermeyerek önce kısa bir giriş yapayım.
Varoluşçu felsefe en genel anlamıyla hayatın doğal akışının belirsiz ve tekinsiz olduğundan bahsediyor. Dünyaya fırlatılışımızdan bu yana evimizi aradığımızı, hayatımıza bir anlam katma çabasında olduğumuzu anlatıyor. Tek gerçeği hayatta oluşumuz ve ölümlülüğümüz olarak ortaya koyarken bunu düşünmekten kaçmak, korkumuzu ve kaygımızı azaltmak için yaptığımız birtakım davranışları irdeliyor. Evsiz ve yurtsuz insanlar olarak anne, baba, sevgili, iş insanı, çocuk, ressam, yazar, müdür gibi sığındığımız rollerimizi kurguladığımız kadar, elâlemin ne düşüneceğine bağlı olarak kısıtladığımız yaşamlarımızla da evimizi bulmaya, evde ve ait hissetmeye çalışıyoruz.
Sonra bir gün – 2020 senaryosunda olduğu gibi – bir virüs geliyor ve bizi “bildiğimiz ama bilmediğimiz” ölümümüzle burun buruna getiriyor. Kaygımız en üst seviyeye çıkıyor. Bana bir şey olmaz diyenle kendini dezenfektana bulayanın bastırdığı şey aynı kaygı ve korku oluyor. Planlarımız bozuluyor. Temasımız azalıyor. Şu andan başka bir anın var olmadığını, var olmayabileceğini anlıyoruz. Hayatı yarattıklarımızla, işimizle anlamlandırırken belki işe gidemiyoruz. Gündelik hayatımızı bildiğimiz gibi yaşayamıyoruz. Kaçıp sığındığımız evimiz içinden çıkılmaz bir yere dönüyor. Sevdiğimiz yalnızlığımız artık fazla geliyor. Değiştirilemez bir durumla karşı karşıyayız ve ne yapacağımızı bilmiyoruz.
Ve kendimize yeniden bir düzen kuruyoruz. Bazı şeylere alışıp bazı şeylerden daha da soğuyoruz. Zorlanıyoruz. Fırlatılmışlık yeterince zorken ölümün soğukluğunu sürekli yanı başımızda hissediyoruz. Kamusal ve özel alan birbirine karışıyor. Ekranlardan birbirimize kavuşurken pek de tanımadıklarımız ekrandan evimize misafir oluyor. Zorlanıyoruz. Bir yandan zorlanıyoruz demeye utanıyoruz. Çünkü dışarı çıkmak zorunda olanlar var. Koşullarını değiştirip işlerini evine taşıyamayanlar var.
Zor sürecimiz belli ki 2021’de de devam ediyor. Çıkışa ise biraz daha vakit var gibi görünüyor. Başımıza başka bir şey gelmezse tabii… Planların her an bozulabildiğini, ne kadar çabalarsak çabalayalım hayatın kontrol edemediğimiz bir yanı olduğunu gördük. Halimize şükredip daha güzel günleri ümit ettiğimiz şu günlerde gelin bu sene değişik bir şey yapalım.
Victor Frankl’a atıfla… Bu sene 2021’den beklentilerimizi sıralamak yerine 2021 bizden ne bekliyor onu soralım. İçinde bulunduğumuz hayatı anlamlandırırken hayata beklentiler sunarak daha edilgen olmak yerine, anlam yaratma potansiyelimizi kullanalım, iyilik ve güzellik için, dünya için, tutkularımız için, yaşam için adanmışlıkla eyleme geçip yeni yerler ve yurtlar yaratalım.