Hafta boyunca 31 Mart seçim sonuçlarına birçok açı ve plandan bakıldı. Ben bugün geriye çekilip açılarak, sinema diliyle “zoom out” ederek, büyük resme bakmak ve sormak istiyorum: Aslında ne değişti?
Aslında radikal bir değişim olmadı. Türk toplumu yıllar önce seçtiği seçtiği yönde biraz daha yol aldı. Evet, hedef Akdeniz’di, ileri!
Bu konuyu yıllardır yazıyorum: Türkiye’nin hayat tarzı ya da yaşam biçimi olarak yaptığı sosyo-kültürel seçim “Akdenizlileşme” olarak özetlenebilir. Uzaktan bakınca İslamileşme, muhafazakarlaşma, küreselleşme vb. “pointilist” bir resimdeki fırça darbeleri olarak görülebilir. Türkiye nüfusu hem fiziksel hem de tinsel olarak Akdeniz yönünde kaymakta, uzaktan bakınca mavileşme egemen renk olarak göze çarpmaktadır.
Bu mavileşme tercihi bu kez yerel yönetim seçimleri sonuçlarına yansıdı.
Türkiye nüfusunu yüzde 60’ından fazlasının, yerelde, CHP yönetimi altında yaşayacak olması, CHP’nin seçimden birinci parti olarak çıkmasından daha önemlidir.
Ülke üretiminin yüzde 80’ninin buralardan çıkması bu olguyu daha da anlamlı kılmaktadır.
Türkiye'nin çağdaşlık sentezi
Bu yönelim, Türklerin Batılılaşma sentezinin de fotoğrafıdır. Türkler fena halde rasyonel Almanya’yı değil, daha gevşek İtalya’yı, duygusal İspanyayı, sefa düşkünü Yunanistan’ı tercih ediyorlar.
İklim olarak, mutfak olarak, insan ilişkileri olarak… Kızgın güneş ve mavi deniz fonu üzerinde kendilerini daha rahat, daha “kendi evinde” hissediyorlar.
Almanya’da sosyal güvenceler daha sağlam olsa da, yaşlılık için, “Ege kıyılarında bir ev” hayalleri kuruyorlar. Kuzey Avrupa’nın gri gökyüzü ve soğuk pragmatizmi onlara kasvetli geliyor.
Kara insanı olan Türkler, denize daha çok seyirlik bir su birikintisi olarak bakagelmişlerdi. Osmanlılarda kıyılar Rum tebanın seçimiydi, çoğu bozkır tarım toprakları ise “rençber ve asker” Türklere düşerdi.
Assos ilginç bir örnektir: Behramkale’nin Anadolu’ya bakan yamaçlarında Türkler, Ege’ye bakan tarafında ise Rumlar yaşarmış.
Ben 1950’li yıllarda küçük bir çocuk olarak Mudanya’da denize giren ilk Bursalılar arasındayım. O zamanın Burgaz ve Trilyesi’nde (İkisi de eski Rum köyleri) ilk sayfiye çadırları kurulmakta, Bursa’nin yerlileri ilk mayolarını giymekteydi.
Mutfak, sebzeden çok hamur ve et ağırlıklıydı: Evde zeytinyağından çok tereyağı kullanılır, çörekler börekleri kovalardı…
Türk evlerinde zeytinyağı kullanımı istatistikleri mutfağımızın Akdenizlileşmesi konusunda çok şey söyleyecektir. Gündelik hayatın diğer alanlarına baktığımızda da bu değişimin kanıtları çoğalacaktır. Şu anda olduğu gibi bayramlarda “memleket” yerine deniz kenarındaki sayfiyelere göç bunun örneklerinden birisidir. Giyim kuşam, eğlence yeri, müzik tercihi başka örneklerdir.
Son seçimin ardından kazanan kimi CHP’li politikacıların zaferi zeybek oynayarak kutlamaları bu değişimin en son uzantısı olarak görülebilir.
Belli ki Türkler Akdeniz’i ve Akdenizli samimiyetini ve muhabbetini seviyor. O giysi içinde kendisini rahat hissediyor.
Batı ve doğu arasında
Bu tercihin arkasında siyasal bazı travmaların da bulunduğunu gözden ırak tutamayız. Bunların başında Avrupa Birliği’nin yarım yüzyıldır oynadığı iki yüzlü oyalama ve vazgeçirme politikaları gelir.
Türkiye’nin siyasal olarak Avrupalı olup olmadığı son yüzyılın en sahte tartışmalarından biriydi. 500 yıla yakın bir süreyle Avrupa’da toprak sahibi olan, 20. Yüzyılın başında en büyük iki kenti Avrupa kıtasında bulunan bir siyasal gücün oralı olup olmadığı örtülü bir ırkçılıktan başka bir anlam taşımamalıydı.
Bu iki yüzlü yaklaşımın Türkleri Avrupa’dan soğuttuğuna şüphe yok!
Amerikan hegemonyası altındaki Ortadoğu İslam coğrafyasının “mevali” Türklere yaklaşımı da çok davetkar olmadı. Türkler iki arada bir derede kaldıklarını yoğun bir biçimde farkettiler.
Bu durumu şu sloganla açıklamıştım: Batı’ya gittik almadı, Doğu’ya döndük olmadı!
Bu arada yalnız Akdeniz “Gel, nasıl olursan ol, farketmez!” diyordu.
50 yıldır hayli yol aldık. 31 Mart sonuçları bunun ilanıdır!
Ya demokrasi?
Şunu da belirtmeden geçmeyeyim:
Akdenizlileşmenin, Kuzey Avrupa rasyonalizmi gibi, kesin demokrasi vaadi yoktur. Avrupalı Akdenizliler ehli keyif oldukları için dinsel totalitarizm tuzağına düşmezler, ama duygusal zaafları nedeniyle milliyetçi diktatörlüklerle, sonu kötü biten maceraları çoktur.
Öyle ya da böyle: 31 Mart’in da gösterdiği gibi bizim buralarda heyecan eksik olmaz!