(*) Bu yazıda filmin kimi sürprizlerinden söz edilmektedir.

Almodovar kuşkusuz sinemanın en üretken ustalarından biri. Bugün 73 yaşında. Ortalama üç yılda bir uzun metraj film üretiyor. Son dönemde ilk yıllarında olduğu gibi farklı kısa film projeleri de çekmeye başladı. Geçen yıl Tilda Swinton’ın tek kişilik performansıyla gönül çeldiği İnsan Sesi’ni  (Human Voice) izledik örneğin. Bu yıl da iki projesi hazırmış.

Bu ilginç yönetmen yaklaşık 50 yıllık film kariyerine sığdırdığı onlarca filmle kendine has bir tarz yarattı. Sanatsal bakışından ödün vermeden temalarını, dertlerini genişleterek (ve geliştirerek) anlatmayı sürdürdü. Zaman zaman içerikleriyle de şaşırtan, tartışılan filmler ortaya koydu. Uçlarda hikâyeleriyle bıçak sırtı konuları ele alıp kimlik, cinsiyet, aidiyet gibi meseleleri kendi bildiğince incelerken bir yandan sinemanın klişelerini yenilemeyi, klasik anlatı yapısına göz kırparak ana akım sinema anlayışından da rağbet görmeyi başardı. Tutku Kanunu, Kika, Konuş Onunla, Kötü Eğitim, İçinde Yaşadığım Deri gibi zorlayıcı ve çarpıcı konular sundu.

ALMODOVAR’IN SİHRİ

Ama Almodovar’ın sihri sadece ele aldığı konularda değil her şeyden önce hikâye anlatmayı çok seven bir yönetmen olmasında saklı. Ve tabii insanlara, insan öykülerine, en çok da kadınların yaşamına değer vermesinde… Biraz indirgemeci bir yaklaşımla kadın ruhundan en iyi anlayan sanatçılardan biri olduğu söylenegelir. Aslında salt kadınları değil, toplumsal roller içine sıkışıp kalmış herkesi bir biçimde kucaklayan, aşkı, evlilikleri, ilişkileri her öyküde farklı bir yerinden yakalayıp inceleyen bir karakterler galerisi yarattığını belirtmeli. Yaşam denen bu acayip oyunun bize reva gördüğü acılara, ironik durumlara karşın eğlenceyi, mizahı, türlü küçük hoşlukları bulup çıkarmada da ustadır bana kalırsa. Başarısı da büyük ölçüde buradan geliyor. Melodramatik anlatıları dönüştürüp onlara gerçek insan duyarlılığı eklemesinde…


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


İşte üstadın şimdilik son filmi, adıyla hikâyesini az çok belli eden Paralel Anneler, aslında deneyimsiz bir yönetmenin elinde heba olacak bir konuya sahip. Hatta açıkçası Yeşilçam’a da yabancı olmayan, daha önce türlü komedi ve melodram filmlerinde denenmiş bir çıkış fikri var: Hastanede aynı gün doğum yapan kadınlar ve karıştırılan bebekler… Kırk yılda bir yaşanabilecek, o yüzden de olağan dışı bir olay olarak seyirciyi etkileyebilecek, gazete haberi olmaya müsait bir konu. Tabii Almodovar’ın meseleyi “kökler” temasına dayandırarak geliştirmesi filme karşı konulmaz bir derinlik katıyor.

KÖK VE KİMLİK MESELESİ

Annesinin Janis Joplin’den esinlenerek Janis adını koyduğu bir fotoğrafçıyla tanışıyoruz. Arturo adlı bir antropoloğun fotoğraflarını çekiyor. Bu sırada hikâyeye hızla dalıyoruz tabii. Janis, İspanya İç Savaşı sırasında Falanjistlerin kurşuna dizip köy dışında bir yere gömdüğü akrabalarının bulunmasını istiyor. Resmi makamlarla yakın olan Arturo ona yardım edebilir. Aralarındaki bu bağ kısa sürede bir ilişkiye evriliyor ve Janis hamile kalıyor. Doğum günü aynı odayı paylaştıkları Ana ile arkadaş oluyorlar. Ana da istemeden hamile kalmış fakat iki kadın da bebeklerini tek başlarına büyütme kararı vermiş. Onları başta birleştiren benzerlikler hikâye geliştikçe çoğalıyor. Tahmin edeceğiniz gibi bebekler yoğun bakım sırasında bir biçimde karıştırılmış.

Almodovar hikâye kurgusunu çok iyi bilen bir yönetmen. Bunca yıllık tecrübesine rağmen kimi boşluklar bırakıyor ama yine de aslında çok inandırıcı olmayan bu kesişme öyküsünü merak unsurunu düşürmeden aktarmayı başarıyor. Hikâyenin kimi virajlarında bazen birkaç yıllık zaman atlamaları oluyor ya da tümüyle tanıdık bu konu içinde beklenmedik gelişmeler yaşanıyor. Örneğin Ana ile Janis’in çok yakın dostluğunun aşka kayması gibi düğümler var. Kuşkusuz aile, kimlik, aidiyet gibi unsurları gözeten yapısı içinde yönetmenin amacı sevginin kimden, nasıl geldiği değil korunması gereken bir değer olduğunun altını çizmek. Zaman puslu bir geçmişte kalıp bizi bir araya getiren parçaların izdüşümüne dönüşüyor. Arturo’nun yeniden devreye girdiği son bölümde köklerine ulaşan Janis üzerinden varlığımızın hem bireysel planda hem de toplumsal kimliğimizle bütün bir yapı oluştuğunu görüyoruz.

BÜTÜN KAYIPLARIN HİKÂYESİ

Almodovar, iki kadının hikâyesini yeterince irdelemediği, dağınık bıraktığı yönünde eleştirilmişti. Bu pek doğru sayılmaz. İki hikâyenin kesişimi, birbiri içinden akışı oldukça etkili. Seyirciyi sürükleyen, karakterlerin yaşadıklarıyla özdeşleştiren güçlü olay örgüleri var. Fakat filmin ana karakteri Janis olduğu için merkezde onun bulunduğunu, Ana’nın ruhsal açıdan yeterince irdelenmediğini söyleyebiliriz. Bir de iki kadın arasında yaşananların finalde ortak bir potada erimediğini, kaybedilen çocuk öyküsünün de ‘kökleri bulma’ temasıyla doğrudan örtüşmediğini ekleyelim. Bütün bunlara rağmen, özellikle de Franco döneminin faşist ortamında büyümüş Almodovar’ın toplu mezarlarda yitirilen canları anarak filme getirdiği politik söylem ana akım sinemaya örnek teşkil edecek düzeyde.

Bu arada geçen hafta sonuçlanan Oscar ödüllerinde filmin iki adaylığı vardı, en iyi müzik ödülünü Hans Zimmer Dune ile kazandı ama bana kalırsa Alberto Iglesias da biraz bilindik olsa da Paralel Anneler’de sanatını konuşturmuş. Penelope Cruz da aslında en iyi kadın oyuncu ödülü alabilirmiş. Ne olursa olsun, ortada oldukça iyi bir Almodovar filmi var yine. Belki başyapıt düzeyinde değil ama ona has bir sinemanın özelliklerini taşıyan, düşündüren ve elbette yer yer içimize işleyen yapısıyla zaman ayırıp görülmesi gereken bir film. Karaca Sineması’nda, yenilenmiş ses ve görüntü kalitesinde izlemenizi öneririm.


VURDULU KIRDILI BİR OSCAR TÖRENİNE TANIK OLDUK!

Üzerinden bir hafta geçti ama sinemaseverleri tarihin en acayip anlarından birine maruz bırakan Oscar ödül töreni hâlâ konuşuluyor. Tabii maalesef ödül dağıtımıyla ya da filmlerin kalitesiyle değil Will Smith’in kabadayılığıyla…

BOŞ MUHABBETLER

Genel kitlenin tartıştığı iki konu var. Biri herkesin fikrini beyan etmekte beis görmediği şu sorunsal: Eşinin saçları üzerinden şaka yaptığı için Chris Rock’u tokatlayan Will Smith, haklı mıydı değil miydi? Özellikle tivitır cehenneminde önüne gelen herkes bu konuda ahkâm kesti. Hele bizim gibi geleneksel değerlere (!) bağlı bir toplum için ‘Helal olsun Will Smith abimize, kral adammış!’ dedirten sürü sepet kahvehane cümlesi kuruldu.

İkinci konu ise yaşananların gerçek mi düzmece mi (sosyal medya kullanıcılarının deyimiyle ‘feyk’) olduğuna ilişkindi. Bu anlamsız tartışmadan da değerli bir sonuç çıkmadı elbet. “Bunlar oyuncu yahu, inandırıcı biçimde oynamışlardır!” diyenlerin kendi beyinlerince sağlam bir dayanakları da vardı: Oscar komitesi kaybettiği popülariteyi kazanmak ve törenin özellikle ABD’de düşen reytinglerini toparlamak için böyle bir olay hazırlamıştı.

Aslında nereden bakarsanız bakın, durum çok vahim. Bu olayın kurmaca olma olasılığı çok düşük ama diyelim öyle olsun. (Gerçi Akademi Will Smith’i kınayan bir açıklama da yaptı, medyada da meseleyle ilgili gelişmeler oldu.) Eğer gerçekten bir biçimde ayarlanmış bir olaysa sinema sanatına bel bağlamış bir akademinin böyle rezilliklere imza atarak itibarını kurtarmak istemesi alçakça bir tutum olur. Bir daha da ödül törenini izlememek gerekir. (Bizim televizyonda olayın düzmece olduğunu kanıtlamaya çalışan programlar yapılması ise ayrıca içler acısı.)  Hemen bütün işaretlerin gösterdiği gibi olay o an yaşanan bir öfke patlamasının sonucuysa bunca yıl didine didine saygı duyulan bir kariyer inşa etmiş bir oyuncunun, Oscar törenlerindeki espri seviyesinden haberdar olmasına rağmen ucuz erkeklik hassasiyetlerine dayanarak böylesine saçma bir eylemde bulunması daha da vahim. Törende yapılan şakalar ne kadar kötü olursa olsun yılların deneyimiyle nice badire atlamış sanatçıların olgun bir tavır sergilemeleri gerekmez mi?

KAYBEDEN SİNEMA

Tabii bütün bunlar aslında her hâlükârda boş bir tartışmaya evriliyor. Çünkü aslında asıl üzücü olan, dünyanın en bilinen ödüllerinde sinema dışında başka her şeyin konuşulması. Ödül dağıtımın nasıl adaletsiz olduğunu, Oscar Akademisi denilen kurumun beyaz Amerikalı muktedirleri temsil etmekten nasıl da zevk aldığını, her şeyin fazlasıyla boş, yalaka, zevzek bir sululukla icra edilen bir gösterinin parçası olduğunu düşününce bu ödüllerin mahiyeti üzerine kelam etmek de zor oluyor. Tabii bir yandan olmayan itibarını en azından bazı ödüllere özen göstererek düzeltmesi mümkünken, anlamsız adaylıklar, uzayıp giden yayın süresini kısmak için tören dışına çıkarılan ödül sunumları, ödüllerin daha çok yapımcıların lobisiyle ve her nedense piyar denilen kampanyalarla kazanılması, işleri daha da zorlaştırıyor. Şu törenden Will Smith dışında akılda kalan ne oldu? Smith’in yaptığı terbiyesizlik ve o anlamsız şaka kültürü yüzünden en iyi yönetmen ödülünü kazanan Jane Champion’u, en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kucaklayan ikinci işitme engelli oyuncu Troy Kotsur’u ve onun önemli konuşmasını, Baba filminin 50. yıldönümünde sahneye çıkan efsane oyuncuları ve elbette bu yıl da hakkı yenen, ödül dışı bırakılan sanatçıları konuşmamız gerekirken Will Smith sadece Chris Rock’u değil sinemaya dair o güzel, çocuksu hislerimizi de tokatladı. Ne diyelim Will, alacağın olsun!